Fıkıh ve Tıp Açısından Anatomi

Document Type : Original Article

Keywords


Article Title [Persian]

Fıkıh ve Tıp Açısından Anatomi

Keywords [Persian]

  • Fıkıh
  • Tıp
  • İslam
  • Anatomi

Anatomi (anatomy) Yunanca bir kelimedir ve Latincedeki muadili (desectio) gibi “kesmek (cutting up)” anlamındadır. Usulen bedenin muhtelif parçalarının vaziyetini mütalaa etme durumunu ifade eder.”[1] Bu tanımdaki temel dayanak “bedeni tanımak için bedeni parçalara ayırmak”tır. Anatomi için başka bir tanım daha zikredilmiştir ki bu, sadece “bedeni tanıma” kavramını kapsamaktadır. Örneğin “Bedeni tanıma veya anatomi, insan bedeninin yapısını, bu yapıyı oluşturan muhtelif organları ve bilahare bu organlar arasındaki irtibatları incelemek ve tanımaktır.”[2] tanımında olduğu gibi.

Anatomi ve bedeni tanımayla ilgili konular, sistemlerin gerçek konumunu, fizyolojiyi ve insan bedeninin işleyişini görme doğrultusunda birkaç bin yıllık geçmişe sahiptir. Mesela eski zaman anatomist filozoflarından Alkmaion’un (M.Ö. 535) adını sayabiliriz. Alkmaion her ne kadar hekim unvanıyla bir şey yapmamış olsa da, özellikle görme sürecini araştırmak için göz yuvarını teşrih[3] etmiştir.[4]

Müslümanların bilimsel olarak açılım yaptığı çağda, teşrih, yüksek bir konuma ulaştı. İbn Sînâ’nın Kânun’u ve Dümeyrî’nin Hayatü’l-Hayavân’ına ilâveten, hissizlik (anestezi) cerrahisinde şaşırtıcı örnekler, boğulmaktan kurtarmak için nefes borusunun delinmesi (trakeostomi) ve hastanın boruyla beslenmesi, hicrî ikinci ve üçüncü asırda Müslümanların tıp karnesine kaydedilmiştir. Anatomi, dine eğilimli akıl sahipleri ve Allah’a inanan düşünürler için de hoş bir armağan sunmuş, diğer bütün deneysel ilimlerden daha fazla batınî ayetlerin dünyevî çehresinden örtüyü kaldırmış, “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!”[5] ayetinin esrarının bir köşesini gözler önüne sermiş ve nizamın delillerinin temellerini sağlamlaştırma cihetinde en üstün şahitleri bir araya toplamıştır. Gazzalî şöyle diyor: “…ve “Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni ne aldattı?” ayetinin manasının kemâlini ancak, insanı zâhir ve bâtın üzerinden teşrih etme ilmini bilen, Kur’an’da onun adedini, hikmetlerini ve menfaatlerini bilen kimse anlayabilir. Bu geçmiştekilerin ve gelecektekilerin ilimlerindendir.”[6]

Rönesans döneminden önceki anatomiyi “Klâsik anatomi (Classical anatomy)” diye adlandırmak mümkündür. Klâsik anatomi, “İnsan ve hayvanın bedenini tanımada aklî-deneysel araştırma” şeklindeki temel özelliklerle tanıtılabilir. Ondan sonraki üç yüzyıldaki anatomi “Deneysel anatomi (Empiriacal anatomy)” diye adlandırılabilir. Bu dönemde özellikle bedeni kesme yoluyla bedeni tanıma üzerinde çokça durulmaktadır. Yenidünyada tıp alanında anatomi, geçmişe göre çok daha geniş bir alana yayıldı. Özellikle son birkaç on yılda anatominin niteliği ve alanı hakkında çeşitli ekoller ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Mesela gelenekçilik (traditionalism), dinamizm (progressive), muhafazakârlık (conservatism). Şimdi yirminci yüzyılın sonunda tıp ilmi, anatominin temelini ve esas mihverini teşkil ettiği bir noktaya ulaşmıştır. Öyle ki ondan yüz çevirmek, tıp ilminin çekirdeğini dışarı çıkarmak mesabesindedir. Bu dönemde hastaların tedavisinde, her organın anatomisi hakkında, diğer temel ve yan ilimler gibi iyi bir bilgi sahibi olan doktor daha başarılı olacaktır.

Anatominin Kullanıldığı Alanlar

Günümüz dünyasında anatomi iki önemli alanda kullanılmaktadır:

a) Tıp Alanında

Tıp biliminde anatomi için üç temel rol biçilmiştir. Bunlar:

1. Eğitim:

Anatomi eğitiminde bedenin parçaları, bedenin tamamının coğrafyasında her birinin konumu ve her uzvun diğer parçalarla münasebetleri dikkatle incelenir. Bu süreç kitap, tasvir, cansız manken ve bilgisayar yoluyla teorik konuların işlenmesi şeklindedir. Ancak neredeyse bütün uzmanlar, bu öğretimin yetersiz olduğu ve öğrencinin doğrudan cesede –bedeni kesme yoluyla- temas etmesi gerektiği üzerinde görüş birliğine sahiplerdir. Bu görüş, ne kadar gerçekçi olduğunu, gelişmiş sanayi ülkeleri araştırmacılara ve öğrencilere insan bedenini teşrih etme yolunu açtığı ve tıp öğretiminde göz alıcı başarılara ulaştıkları zaman gösterdi. Hâlihazırda tıp öğrencilerinin insan cesetlerine ulaşımı ve lüzum ölçüsünde onları teşrih etmesi, eğitim hususunda inkâr edilemez bir zaruret sayılmaktadır.

2. Uygulama:

Yirminci yüzyılda teşrih ve cerrahî bıçağı, tıp mühendisliği ve teknolojisi yardımıyla, bu ilimde şaşırtıcı bir devrim gerçekleştirdi. Tıp eğitimlerinin verimliliği, insan bedeni üzerindeki uygulamalara bağlıdır. Zira bu şekilde teşhis, tedavi ve cerrahî aşamasında, hastanın iyileştirilmesi için doğru olan en kısa yol izlenebilir. Genellikle uygulama merhalesinde iki hedef dikkate alınır:

a) Öğrencinin insan bedeniyle doğru şekilde karşılaşması. Mesela öğrenciden, kalbin koroner bir damarını, bütün göğsü ve damarları açmadan göstermesi istenebilir. Bu sadece, onun beden coğrafyasını son derece dakik bir şekilde bilmesiyle mümkündür. Bu sayede o bölgedeki dokuyu kesebilir ve cerrahî olarak sahih bir uygulama yapabilir.

b) İnsan organizmasının ırka ve genetiğe dayalı farklılıklarının öğrenilmesi. Bedenin organlarında göz alıcı farklılıklar olabilir. Bu farklılıklar muhtelif ülkelerde, kıtalarda ve ırklarda görülmektedir. Öğrencinin, bu farklılıkların ölçüsüne aşina olması gerekir. Bu bilginin edinilmesi, bir tek cesedin teşrihiyle mümkün değildir, birçok bedeni teşrih ve birbirleriyle mukayese etmesi gerekir. Fransız anatomistler arasında meşhur olduğu üzere, “Her ceset, müstakil bir kitaptır.”

Uygulama merhalesinde hiçbir şey –hatta yan çalışmalar- hekimi hazırlamada hayatî bir rol oynayan doğrudan beden teşrihinin yerini tutamaz. Zira teşrih uygulaması cerrah doktor için gerekli olan mahareti, soğukkanlılığı ve ruhsal hazırlığı en fazla ardından getiren uygulamadır.

Günümüzde üçüncü dünya ülkelerinden bazılarında, genellikle cerrah doktorların uygulamalarında görülür. Cerrahlar, anatomiyi tanımadan (teşrih imkânı var olmadığından) sadece canlı hastalar üzerinde uygulama yaparlar. Film, kitap, cansız manken gibi yardımcı eğitim imkânlarından dahi yararlanmadan ve anatomi hakkında bilgi sahibi olmadan yapılan bu uygulama, çok eksik ve tehlikeli bir yöntemdir. Bizim ülkemizde de bazen bazı doktorların insan bedeni üzerinde pratik yaparak doğru uygulama yapma imkânı bulamaması, bazı ani ve zaruri cerrahî durumlarında cerrahın neşterinin hata yapmasına ve sorun yaratmasına yol açmıştır. Özellikle eğitim merkezlerinde gerçekleşen bazı acil sezaryenlerde, yeni doğan bebeğin yüzünde bıçak kesiği izlerinin kaldığı görülmüştür. Hatta bazen çocuğun veya annenin uzuvlarından birinin eksilmesiyle sonuçlanmıştır.

3. Tıp ilminin gelişmesi ve yeni ufuklara ulaşılması:

Teşrihin oynadığı mihver role bakıldığında, anatomiye esaslı biçimde dayanmayan tıbbın gelişmesinin mümkün olmadığı görülür. Şimdi bu ilmin meşalesi, ciddi şekilde, dakik ve teşkilatlı bir programla, henüz tespit edilmemiş hastalıklar neticesinde ölmüş olan hastaların teşrihi ve otopsisi alanında faaliyet gösteren ve de araştırmacılarını insan cesetleri üzerinde tahkik yapma ve yeni tıbbî keşiflerde bulunma hususunda destekleyen ülkelerin elindedir. Tam tersi yeterli teşrih programlarından yoksun olan ülkeler, bu ilimde önde gidenler grubundan geri kalmış, salt ileri ülkelerin yeni bulgularından istifade edenler haline gelmişlerdir. Böyle bir zaafın varlığı, onların olumlu tıbbî uygulamalarını şiddetle azaltmış ve birçok durumda onları, kendi hastalarını tedavi için gelişmiş ülkelere nakletmeye mecbur bırakmıştır.

b) Hukuk Alanında

İslam hukundaki meselelerle irtibatlı olarak teşrih için iki temel uygulama mevcuttur:

1. Otopsi:

Hedefi, ölüm sebebinin belirlenmesidir ve suçun ve suçlunun bilimsel teşhisi için kullanılır. Otopsi her durumda uzuvların birebir teşrihine bağlı değildir ama aynı zamanda birçok durumda da buna son derece muhtaçtır.

2. Diyet ölçüsünün belirlenmesi:

Örneğin bir kimse hamile bir kadını öldürürse ve cenin de gelişmiş ve cinsiyeti belli hale gelmişse, ceninin diyetini belirleme yollarından biri bedeni kesmek ve onu dışarı çıkarmaktır.

Beyan edilenler, anatominin dinî kurallarla ilgili olmayan ilmî kullanımlarıydı. Diğer taraftan böyle bir süreç, tıbbî, dinî ve ahlâkî birtakım kısıtlamalardan uzak değildir.

a) Tıbbî kısıtlamalar: Tıbbî ilimlerde teşrihten bahsedildiğinde, araştırmacıların teşrih odalarında bekleyerek gelen her cesede teşrih bıçağını vurdukları tasavvur edilmemelidir. Aksine tıbbî kanunlar, sadece sahih ve akla uygun garezlerle ve belli yollarla teşrih yapılmasına izin vermektedir. Bu kanunlardan bazıları şöyledir:

1. Cesedin teşrihi, ölünün ailesi ve geride kalanları için kötü sonuçlara sebep olmamalıdır. İmkân dâhilinde ölmeden önce şahsın kendi izni veya geride bıraktıklarının izni alınmalıdır.

2. Ceset sağlam olmalı, önceden açılmamış ve parçalanmamış olmalıdır.

3. Ceset teşrih edilmeden önce belli (fix) bir süreçten geçirilmeli ve hijyenik hale getirilmelidir.

4. Cesetler, sadece ihtiyaç ölçüsünde teşrih edilmelidir.

b) Ahlâkî kısıtlamalar: İnsan fıtratı, insan bedeninin –sebepsiz yere- parça parça edilmesini reva görmemektedir. Beşeri hayat boyunca her zaman insan bedenine saygı gösterilmesi, herkes tarafından kabul edilmiştir.

Elbette Batı’nın yenidünyasında, bir müddettir ahlâkî değerler gevşemeye başlamıştır. Öyle ki bazı kişiler bir miktar para karşılığında kendilerinin veya bazı yakınlarının cesedini, ölümlerinden sonra teşrih edilmek üzere sözleşmelerle satışa sunmaktadırlar.

c) Dinî kısıtlamalar: Bütün ilahî dinler, özellikle de İslâm dini, insan bedenine ihtiram gösterilmesi gerektiği hususunda görüş birliğine sahiplerdir ve bununla ilgili özel öğretileri ve kuralları vardır. Bu yazıda, zikredilen muhtelif uygulamalara dikkatle, İslâm açısından teşrih hükmünü incelemeye çalışacağız.

İslâm’da Teşrih

İslâmî bakış açısında ilk esas, fıkıhların icmâsına ve kat’î delillere dayanarak, Müslüman meyyitin bedeninin kesilmesine caiz olmamasıdır ve böyle bir girişimde bulunmak, diyet ödemeyi gerektirir.[7] Ancak bizi derin bir tahkike yönlendiren şey, bu hükmün gerçek sınırlarını ve alanını tanıyor olmamızdır. Nitekim bunu keşfetmeden, günümüz dünyasının ihtiyaçlarına uygun olan cevap elde edilemez. Bu araştırma doğrultusunda İslâm’ın her asırda beşerî toplumların ihtiyaçlarına ve gerektirdiklerine genel bakışı, hükmün felsefesi, mahiyeti ve de çağdaş kısıtları ve karinelerinin her biri özel bir rol oynayacaklardır.

Hürmetin Felsefesi ve Mahiyeti

Dikkat edilmesi gereken ilk mesele, Müslümanın bedeninin teşrihine cevaz verilmemesinin nasıl bir hüküm olduğunu ve ne gibi özelliklere sahip olduğunu bilmemizdir. Bu alanda çeşitli ihtimaller ve görüşler vardır ve her biri kendine özel semereleri ve neticeleri ardından getirmektedir.

a) Zâtî Hürmet

İlk görüş şöyledir: “Hürmet” kelimesi “yasak” anlamındadır.[8] Bunun naslarda kullanımı –başka bir anlamda kullanılmasına dair bir karine olmaması durumunda- hürmetin mükellefiyete tabi olduğunu ifade eder ve müstakil ilahî hudutlardan biridir. Böyle bir varsayım, sonraki görüşte beyan edilecek karinelere göre uzak görünüyor. Her şekilde bunun kabul edilmesinin neticeleri vardır ki aşağıda bunlara işaret edilecektir:

1. Bu esasa göre cesedin sahibinin önceden onayının veya ebeveynlerinin ve varislerinin izninin hiçbir rolü yoktur ve vasiyet bir nüfuza sahip değildir. Zira onay ve izin, sadece şahsın sultası ve mâlikiyeti alanında geçerlidir, ilahi hudutlar dairesinde değil.

2. Yukarıdaki varsayımda teşrihe veya bir uzvun kesilmesine cevaz için “ehem ve mühim” veya “aciliyet” kaidesinden faydalanılabilir mi? Örneğin bir kimse beyin ölümüne müptela olmuşsa ve kalbi de çok kısa bir süre içinde kesinlikle duracaksa, onun kalbi ikinci bir şahsa nakledilerek canı kurtarılabilir mi? Böyle bir durumda acaba bir Müslümanın canını korumakla ilgili –ölmekte olan veya yeni ölmüş olan başka birinin uzvunu keserken hürmet yükümlülüğüne riayet etmeye ilaveten- bir vazifemiz yok mudur? Aynı şekilde acaba toplum için birçok faydalı neticesi olan ilmin gelişmesi, Müslümanın bedeninin kesilmesinin yasak olması ölçüsünden daha üstün bir maslahata sahip değil midir? Bununla ilgili iki farklı görüş mevcuttur:

2.1. Bazı fakihlerin söylediğine göre, Müslümanın canının korunmasının, başka bir Müslümanın teşrihine veya bedeninin bir uzvunun kesilmesine bağlı olduğu durumlarda, onun canının korunmasıyla ilgili yükümlülük esasında –böyle haram bir mukaddimeyle- şüphe duyarız. Diğer taraftan bu alanda özel bir delil yoktur ve mevcut ıtlaklar, onu kapsama hususunda eksiktir. Bu yüzden bu mesele, “yükümlülüğün ispatında şüphe”nin mısdakıdır ve böyle durumlarda ilk kaide “berilik”tir. Böyle bir esasın varlığıyla teşrihin hürmetinin delilleri rakipsiz kalmakta ve hürmet kesinleşmektedir.[9] Bu amel sadece kesmenin veya ayırmanın yüzeysel olduğu bazı durumlarda caiz olacaktır. Yani derinin veya etin, örfte meyyite veya canlı şahsa karşı cinayet denmeyecek ölçüde bedenden ayrılması durumu için geçerlidir.

2.2. Diğer bazılarının görüşüne göre şüphesiz İslâm’da toplumsal maslahatlar ve ilmin gelişmesi, kişisel ahkâm ve maslahatlardan daha öte bir değere sahiptir.[10] Diğer taraftan açıktır ki mukaddes şeriat koyucu Allah, Müslümanların canının korunmasına çok önem vermektedir. Öyle ki kendinin veya bir başkasının canını korumak için takiye etmeyi, büyük farzlardan biri unvanıyla tanıtmıştır[11] ve zulüm yapan hâkim tarafından verilen sorumluluğu kabul etmeyi –ki normal şartlar altında kesinlikle onaylanmaz- böyle bir hedef doğrultusunda caiz saymaktadır.[12] Aynı şekilde birçok haramı, kendinin veya bir diğerinin canını korumayla bir araya geldiğinde caiz saymış ve bazı vacipleri de haram kabul etmiştir. Bu hükümlerin tamamına ve İslam’ın diğer toplumsal kurallarına bakarak, İslam dünyasının ilmî gelişiminin veya Müslümanın canının korunmasının ölünün teşrihine veya bir uzvunun kesilmesine bağlı olursa caiz olmakla kalmayacağını, bazı durumlarda da vacip olacağını söyleyebiliriz. Dinî metinlerde bunun en iyi şahidi, hamile kadınlarla ilgili olan delillerdir. Hamile kadınların ceninleri ruha sahip olduğunda annenin karnının kesilmesine ve bebeğin dışarı çıkarılmasına izin verilmektedir.[13] Bu görüşün birkaç neticesi vardır. Mesela:

- Teşrihin veya uzvun kesilmesinin vacip olması durumunda izin veya rıza almanın lüzumu yoktur. Zira rıza, cesedin sahibi veya velileri için bir hak söz konusu olduğunda gereklidir. Teşrihe cevaz verilmemesi ilahî sınırlar içinde olduğunda ve bazı özel durumlarda da –konunun zarureti veya ehemmiyetine göre- vacip olduğu hükmü sadır olduğunda, aslında bir başkası için, şeriat koyucunun belirlediğinin dışında bir hak kalmamış olur. Örneğin şeriat, diyet verilmesini gerekli görebilir.

- Kâfirin bedeninin teşrihi veya bir uzvunun kesilmesi yoluyla ihtiyacın giderilme imkânı varsa Müslümanın teşrihi caiz değildir. Zira bu esasa göre Müslümanın teşrihinin cevazı, zarurete ve ehem-mühim kaidesine riayete dayanır. Müslümanın bedeninin teşrihine gerek kalmadığında, zaruret ve ehemmiyet bertaraf olacaktır.

- Teşrih ve uzvun kesilmesi, mutlaka Müslümanların istifadesi cihetinde olmalıdır. Zira böyle olmadığında bunun ehemmiyeti, İslâmî açıdan ispatlanmış değildir.

b) Arızî Hürmet

Diğer bir görüşe göre cesedi kesme konusundaki hürmet, Müslümanın bedenine karşı ihtiramın korunması sebebiyledir. Zira hayatı zamanında sahip olduğu özel ihtirama, ölümünden sonra da sahiptir.[14]

Lügat açısından da hürmet kelimesinin anlamlarından biri ihtiramdır[15] ve bu kelime ilgili dinî naslarda sadece bu anlamıyla tefsir edilebilir. Zira onlarda diyet ödenmesi kuralı koyulmuştur[16] ve bu, ölünün bedeninin kesilmesinin, onun hakkının ayaklar altına alınması olduğunu gösterir. Diyet ödenerek bu durumun telafi edilmesi gerekir. Eğer ona hürmet, müstakil bir yükümlülük hükmü ve de özel ilahi hak ve hudutlardan olsaydı, diyet yerine “had” veya “ta’zîr” uygulanması gerekirdi veya uhrevî azapla iktifâ edilirdi. Bu görüşün de birkaç neticesi vardır. Mesela:

1. Eğer teşrihte hürmet, şahsın ihtiramını korumak için olursa, onun isteği ve rızası doğrultusunda hürmetin kalkması gerekir. Bu durumda şahıs hak sahibi olduğundan, bu hakkı kendisinden alabilir. Eğer böyle yaparsa teşrihin önünde bir engel kalmaz. Diğer bir deyişle şahsın öldükten sonra kendi bedeninin uzuvları üzerindeki hakkı, hayatı zamanındaki hakkı gibidir. Hayatı sırasında ve aklî esaslara göre kendi bedeni üzerinde her türlü tasarrufta bulunmaya hakkı olduğu gibi –elbette özel bir engelin bulunduğu durumlar hariç- bu hakka ölümden sonra da sahiptir. Şöyle bir şüphe akıllara gelebilir: Böyle tasarruflar “nefse zarar verme” mısdaklarındandır ve yasaklanmıştır. Cevap şudur: Zarar kaidesinin, ehem bir aklî garez olmadığı yerde mısdakı vardır.

2. Yukarıdaki esasa göre diyetin taalluk etmesi, cesedin sahibinin görüşüne ve isteğine bağlıdır. Bununla beraber şahıs, bedeninin bedava veya diyetten daha fazla bir miktar karşılığında tıbbî eğitimlerde, tedavilerde vb. kullanılmasını vasiyet ederse, vasiyeti geçerlidir ve yerine getirmemek caiz olmayacaktır. Ancak vasiyet mutlak olursa, teşrihin cevazı esası ispatlanır ve diyetin gerekliliği nefyedilmez.

3. Bu görüşe göre cesedin teşrihi sadece öldükten sonra caiz olmakla kalmaz, yaşarken bedenin bazı parçalarını başkalarına nakletmek için kesmek de, şahıs için ciddi bir tehlikeye sebep olmadıkça, caiz olur.

4. Teşrihin ve uzuv kesilmesinin cevazı, zorunluluğa ve zarurete dayanmaz. Bununla beraber salt aklî sahih bir garezin varlığıyla ve örfe göre ehem olan maslahatlarla –şahsın razı olması hâlinde- teşrih caiz olur; her ne kadar ortada bir zorunluluk olmasa bile.

5. Teşrihin cevaz verilen haddi ve şartları, ceset sahibinin görüşüne ve rızasına bağlıdır. Bununla beraber bedeninin özel bölümlerinin, belli bir şekilde ve özel şartlarda teşrih edilmesini vasiyet edebilir. Bu durumda şartlara uymamak caiz değildir.

6. Yukarıdaki görüşe göre teşrihin hürmeti, ihanet ve saygısızlık çerçevesi içindedir. Bununla beraber eğer teşrih, ölüye saygısızlık telakki edilmeyecek bir şekilde veya bazı uzuvlarda yapılırsa caizdir; her ne kadar cesedin sahibi bunu vasiyet etmemiş ve izin vermemiş olsa da. Bu durumun muhtelif toplumlara ve şahıslara göre farklılık göstermesi mümkündür. Mesela bedende özel bir tür tasarrufta bulunulması, bir şahsa göre ihanet telakki edilebilir ama bir başkasına göre öyle olmayabilir. Bir toplumun ihanet telakki ettiği, diğer bir toplumda öyle görülmeyebilir.

7. Bu temele göre teşrihin caiz oluşu sadece tedavi ve nakil durumlarına münhasır değildir. Aksine diğer bilim, eğitim ve araştırma uygulamalarında da caiz olacaktır.

8. Müslümanın bedeninin teşrihinin caiz oluşu, bu durumda sadece kâfirlerin cesetlerine ulaşılamadığı zamana münhasır değildir. Şahsın izin vermesi durumunda, her ne kadar onun yerine gayrı Müslimlerin cesetlerinden istifade etmek mümkün olsa da, onun bedeni teşrih edilebilir.

Elbette teşrih için sayılan yukarıdaki şartlardan her biri, diğer şer’î deliller yoluyla kısıtlara ve sınırlamalara ulaşılmadığı sürece geçerlidir. Ancak eğer şeriat koyucu, bu amaçla diğer yollar ortaya koyduysa veya sınırlamalar belirlediyse teşrihten istifade edilmesi mümkün değildir. Örneğin bir kimse hamile bir kadını öldürürse ve ceninin ölmesine de sebep olursa, ceninin diyetini belirlerken –annenin bedenini kesmenin ve çocuğun cinsiyetini belirlemenin mümkün olduğu varsayımına rağmen- oğlan için diyetin yarısı ve kız için diyetin yarısı tayin edilmiştir.[17] Teşrihte hürmetin delilleri bağlamında böyle bir hüküm, bedenin kesilmesine cevaz verilmemesi şartına bağlıdır.[18] Hedefin, adaletin temini olduğu böyle durumlarda, nurlu İslâm dininin hükümlerinde hem adalet temin edilmiştir, hem de diğer taraftan cesedin sahibinin ihtiramı ve de pak insanî duygular mülahaza edilmiştir.

c) Müsle Yapmak

Diğer bir ihtimal, bedenin kesilmesinin “müsle” olduğudur. O da bedeni kesmekten ve bedenin bazı unsurlarını ayırmaktan başka bir şey değildir. Böyle kınanmış bir amel, şiddetle men ve tahrim edilmiştir.[19]

Bu ihtimalin nefyedilmesinde şunu söylemek yeterli olacaktır: Sadece zahirî benzerlikle, ruhsal açıdan çıktığı kaynak ve farklı toplumsal sonuçları mülahaza edilmeden teşrih, “müsle” unvanı altında zikredilemez. Zira tarihî şahitlere ve lügat erbabının tasrihine göre müsle yapmak, düşmanlar karşısında intikamcı ve kinci bir amel ve bir tür ruhsal savaştır.[20] Bu yüzden İslâm’ın insan yapıcı ekolü, vahşilik ve kindarlık hasletinden kaynaklanan böyle akıllara sığmayan bir yöntemle, sıkı bir mücadeleye girişmiştir. Oysa “teşrih”, insanî, akla uygun bir ameldir ve de menfi ve insanlık karşıtı her türlü eğilimden uzaktır. Bununla beraber konu olarak müsleden ayrıdır veya en azından “müsle” unvanının onun için doğruluğu şüphelidir. Buna ilâveten müsle hükmünde Müslüman ve kâfir arasında fark yoktur ve bununla ilgili bütün rivayetlerde ve metinlerde Müslümanların düşman askerleriyle karşılaşmasının nasıl olması gerektiği belirtilmiştir. Bu yüzden eğer teşrihin haramlığı, müsle yapma türünden olsaydı, en zorlu inatçıları bile teşrih etmek caiz olmazdı.

d) Defnin Gecikmesi

Müslüman ölünün bedenini defnetmenin vacip olması, dinin zaruretlerindendir[21] ve uzun bir süre geciktirilmesi caiz değildir. Teşrih de defnin geciktirilmesine veya defnetmemeye sebep olduğu için haramdır.

Biraz düşününce, yukarıdaki meselenin asla müstakil bir delil sayılamayacağı anlaşılır. Zira bu durumda, eğer teşrih uzun bir süre harcanmadan yapılır ve sonra ceset defin için hazırlanırsa, bütün eleştirileri bertaraf etmiş olacaktır. Aynı şekilde kısa bir sürede, yeni vefat etmiş bedenden bir uzvu alıp başka bir bedene nakletmek mümkün olduğunda, tamamen sorunsuz olacaktır. Zira evvela bu amel, gecikmenin caiz olduğu bir zaman diliminde yapılmıştır. Hatta bu faaliyetlerden bazılarını defin güzergâhında yapmak mümkündür. İkinci olarak başka bir şahsın bedenine nakledildikten sonra, o uzuv artık ölünün uzvu sayılmaz ve defnin lüzumu konusunun dışına çıkar.

Bununla beraber yukarıdaki delil, sadece cesedin uzun süreler boyunca teşrih odasında kaldığı veya defnedilmediği durumları kapsar. Böyle durumlarda da İslâm’ın mukaddes şeriat koyucusu Allah’ın nazarında defnin ehemmiyetinin, teşrihin hayat bahşeden ve değerli semerelerinden daha fazla olması çok uzak görünüyor. Buna ilaveten Fazl bin Şâzân’ın defnin vacipliğiyle ilgili İmam Rıza’dan (a.s) naklettiği rivayetteki sebeplerin toplamı iki gruba ayrılmaktadır: 1. Yaşayanların, cesedin bozulmasının etkilerinden uzak kalarak korunmasıyla ilgili olanlar. 2. Cesedin sahibinin saygınlığının korunmasıyla ilgili olanlar.[22]

Yukarıdakilerden “innemâ” lafzıyla gelen ve illeti münhasır hale getiren sebepten, hemen defnetmenin vacip olmasıyla ilgili hükmün –şartlara riayet edilmesi durumunda- teşrihi kapsamadığı neticesi rahatlıkla çıkarılabilir. Zira evvela, daha önce zikredildiği gibi, teşrih esnasında her şeyden önce beden, bir süreç izlenerek stabil ve hijyenik hale getirilir. Yukarıdaki rivayette beyan edilen şey, bu durumda ortaya çıkmayacaktır. İkinci olarak cesedin sahibinin hürmeti meselesi de konuyu b şıkkındaki görüşe dâhil etmektedir ki bunun bahsi geçti. Bununla beraber yukarıdaki rivayete ve teşrihin cevazıyla ilgili benzer delillere dayanıldığında artık ehem ve mühim kaidesine dayanmaya da ihtiyaç kalmayacaktır. Zira teşrih sürecinde defnin geciktirilmesi veya yapılmaması, definde hızlı olmanın vacipliğinin sebeplerini nefyedecek şekildedir.

Yargı Sürecinde Teşrih

Suçu veya suçluyu teşhis için bedene otopsi yapılması iki açıdan incelenebilir:

1. Kişisel hukuk açısından: Bireyci bakışta, yargı araştırmaları için bedenin teşrih edilmesi, ancak cesedin sahibinin velilerine, kendisinin sahip olduğu hakkı tanımamızla veya en azından onların yargı sürecinde meyyitin hukukunu takip etmekte olduklarını dikkate almamızla mümkün olur. Bu şekilde ve b şıkkındaki esasa göre, velilerin isteğiyle cesedin teşrih edilmesine bir engel yoktur. Elbette bu durumda da bazıları keşif için kesme ve bu hususta tereddüt etme arasına bir ayrıntı yerleştirmişlerdir.[23] Zikredilen diğer esaslara göre velilerin (veya ölünün) hakkına girme sorunu, yükümlü olunan hürmetle ortaya çıkar ve teşrih, ölünün velilerinin hakkına öncelik tanıdığımızda caiz olacaktır.

2. Toplumsal hukuk açısından: Adaletin hâkimiyeti , fesadın ve suçun kökünün kazınması meselesi, İslâm’ın hedeflerinden biridir ve bunun ölçülerinin teşrihin hürmetine karşı kuvvetli olduğu iddiası, önceki temellerden her birine bakıldığında boş bir söz değildir. Bununla beraber yukarıdaki hedeflere ulaşmak teşrihi gerektirdiği vakit, maktulün velileri istemese de, engellenmeden yapılacaktır. Zira İslâmî hâkim, genelin avukatıdır ve suçun kökünü kazımakla, suçluları cezalandırmakla ve adaleti sağlamakla vazifelidir.



[1]     Dr. Ali İsfendiyar, “An Education on Study in Learning and Teaching of Anatomy”, s. 26.

 

[2]     Nurânî, Mehdi; Kâlbudşınâsî; c. 14, Şirket-i Sehâmî-yi Çehr, 1368.

 

[3]     a) İnsan, hayvan ve bitkilerin yapısını ve organlarının birbiriyle olan ilgilerini inceleme. b)Canlıların içyapılarını araştırma. c) İnceleme maksadıyla cesedi kesip parçalama.

 

[4]     Bkz. Zendegînâme-i İlmî-yi Dânişverân 215, Ahmed Bîreşk editörlüğünde.

 

[5]     Mu’minun, 14.

 

[6]     Gazzâlî, İmam Muhammed; Cevâhiru’l-Kur’an; haz. Hüseyin Hidivcem; s. 51.

 

[7]     Vesâilu’ş-Şia; c. 19, s. 247-249, 251.

 

[8]     Mukâyisu’l-Lugat’te, “Hürrem” anahtar kelimesinin zeylinde ve Müfredât-ı Râgıb’da geçmektedir.

 

[9]     Ayetullah Tebrîzî’nin ileri düzeydeki fıkıh derslerinden alınmıştır. Yine bkz. Li’Mesâilu’l-Muntahaba; c. 1, s. 424.

 

[10]    Mutahharî, Murtaza; İslâm ve Mukteziyât-ı Zaman; s. 141.

 

[11]    Vesâilu’ş-Şia; c. 11, s. 473, 475.

 

[12]    A.g.e.; c. 12, s. 55, 135, 139.

 

[13]    A.g.e.; c. 2, s. 673, 674.

 

[14]    Vesâilu’ş-Şia; c. 19, s. 251.

 

[15]    El-Misbâhu’l-Munîr.

 

[16]    Bkz. Vesâilu’ş-Şia; c. 19, s. 247-251.

 

[17]    A.g.e., c. 19, s. 237-238.

 

[18]    Mü’min, Muhammed; “Behregirî ez Kâlbud-şıkâfî…” Ehl-i Beyt Fıkhı Dergisi; no. 1 (1374 /Bahar), s. 111-145.

 

[19]    Vesâilu’ş-Şia, c. 11, s. 43, 2 ve 3. Hadis.

 

[20]    Bu görüşün b şıkkındaki görüşle farkı, intikam alma motivasyonunu, müsle yapma manasının dayanağı görmemizdedir. Aksi takdirde aralarında bir fark yoktur.

 

[21]    Bkz. Vesâilu’ş-Şia; c. 2, s. 815-816, “Ebvâb-ı Salatu’l-Cenâze”, 1, 5 ve 6. Hadisler.

 

[22]    A.g.e.; c. 2, s. 819.

 

[23]    Bkz. “Behregîrî ez…” Ehl-i Beyt Fıkhı Dergisi; (1374 /Bahar), s. 141.