Sadıkeyn (a.s) Asrında Şiilerin Tasnifi

Document Type : Original Article

Abstract

Özet
Sâdıkayn (İmamMuhammed Bakır ve İmam Caferi Sadık) asrında Şiiler arasında asgari beş fikrî kol vardı. 1) Siyasi ve popüler Şiilik: Peygamber’den hemen sonra halifeliği Hz. Ali’nin hakkı bilen,  teberri, ricat ve Mehdilik akaidinde tezahür eden, mevcut durumun Peygamber ailesinin lehine dönmesini beklemek Şia’nın bu kolunun itikatlarındandır. 2) Mutedil fakihler: Sorunlara itidalli ve ihtiyatlı bakan Eban b. Tağleb, Zürâre ve Ebu Basir gibi en seçkin fıkıh âlimlerinden bir kesim. 3)  Şii kelamcılar: Kays Mâsir, Hişam b. Hakem ve Mü’min gibi isimler bu grupta yeralır. 4) Aşırılıkçılar[1]: Muğeyre b. Said, Beyan b. Sem’ân ve hepsinden önemlisi Ebu’l-Hattab Esedî, bu dönem faaliyet göstermiş ünlü guluvculardandır. 5) Mufavvıza veya grup içi gulat: Bunların inancına göre İmamlar (a.s), Allah’ın yapması gereken bütün işleri yapmaktaydı. Bir farkla ki, Allah’ın kudreti asıl, onların kudreti bağımlıydı.



[1]     Metinde “ğâliyân”
 

Keywords


Article Title [Persian]

Sadıkeyn (a.s) Asrında Şiilerin Tasnifi

Abstract [Persian]

Özet
Sâdıkayn (İmamMuhammed Bakır ve İmam Caferi Sadık) asrında Şiiler arasında asgari beş fikrî kol vardı. 1) Siyasi ve popüler Şiilik: Peygamber’den hemen sonra halifeliği Hz. Ali’nin hakkı bilen,  teberri, ricat ve Mehdilik akaidinde tezahür eden, mevcut durumun Peygamber ailesinin lehine dönmesini beklemek Şia’nın bu kolunun itikatlarındandır. 2) Mutedil fakihler: Sorunlara itidalli ve ihtiyatlı bakan Eban b. Tağleb, Zürâre ve Ebu Basir gibi en seçkin fıkıh âlimlerinden bir kesim. 3)  Şii kelamcılar: Kays Mâsir, Hişam b. Hakem ve Mü’min gibi isimler bu grupta yeralır. 4) Aşırılıkçılar[1]: Muğeyre b. Said, Beyan b. Sem’ân ve hepsinden önemlisi Ebu’l-Hattab Esedî, bu dönem faaliyet göstermiş ünlü guluvculardandır. 5) Mufavvıza veya grup içi gulat: Bunların inancına göre İmamlar (a.s), Allah’ın yapması gereken bütün işleri yapmaktaydı. Bir farkla ki, Allah’ın kudreti asıl, onların kudreti bağımlıydı.



[1]     Metinde “ğâliyân”
 

Keywords [Persian]

  • Sadıkeyn
  • Asır
  • Şii
  • Tasnif

Giriş

Şiilerin ve ravilerin mensup olduğu şube ve kategoriler ile her grubun fikir ve inançlarını tanımak, Şia’nın rivayetlerinin sâdır olduğu ortamı ve ortaya çıktığı zeminleri ve bazı yüksek seviyeli ravileri zayıflatan sebepleri bilmek, hepsinden önemlisi sahih rivayetleri zayıf olanlardan ayırt edebilmek için büyük önem taşımaktadır. Bununla birlikte Şia’nın doğuşu ve tarihsel seyri hakkında ortaya konmuş çok sayıda kitap arasında bu bahislere hiçbir şekilde işaret edilmemiştir. Sadece muhakkik üstad Dr. Seyyid Hüseyin Müderrisî, bazı kitaplarında[1] dağınık biçimde Emeviler döneminde mevcut bulunan bazı kollara değinmiş ve onların kimi inançlarını zikretmiştir. Biz de onun emanetini koruyup yeni şubeler ve başlıklar ekleyerek, ama aynı zamanda yeni örneklere ve bazı gerekli çıkarımlara da yer vererek İmam Bâkır ve İmam Sâdık (a.s) dönemindeki Şia’nın kollarına işaret edeceğiz.

Buna göre bu zamanda Şiiler arasında asgari beş fikrî akımın mevcut bulunduğu anlaşılmaktadır. Aşağıda sözkonusu kolları tarihsel sıralarına göre inceleyeceğiz:

1. Siyasi ve Popüler Şiilik

Birçok Şii’nin (esas itibariyle de Kufe Şiilerinin) inancına göre tarih, Peygamber’in (s.a.a) rıhletinden hemen sonra bir çeşit sapmaya maruz kaldı. Bu bakışa göre Beni Ümeyye hükümeti, bu ilk sapmanın mantıksal sonucundan başka bir şey değildi. Ebu Hanife’den nakledilmiş bir haberde onun İmam Sâdık’a (a.s) şöyle dediği geçer: “Kufe halkından on binden fazla insan Peygamber’in (s.a.a) ashabına lanet ediyor. Eğer mümkünse onları bu işten menedin.” İmam buyurdu ki: “Onlar, benim sözümü kabul etmiyor.”[2]

Bu nakil, o devirde Kufe Şiilerinin çoğunun İmam’a itaat etmek gerektiğinden haberdar olmadığını göstermektedir.

Selim b. Kays’ın kitabı, elimize ulaşmış en eski Şii kitabıdır. Her ne kadar bu kitabın konuları pek çok değişikliğe maruz kaldıysa da eserin özü büyük ölçüde el değmemiş olarak durmaktadır. Kaleme alındığı tarih Hişam b. Abdulmelik dönemi (hicri 105-125) ve onun hükümetinin son yıllarıdır. Emevi döneminin sonlarında Kufe’nin tanınmış muhaddisi Câbir Cu’fi’nin rivayetleri de Kufe Şiilerinin o zamandaki bu ekolünün inanç ve söylemi hakkında bilgi olarak kabul edilebilir. O, ricat inancıyla suçlanmış ve Ali’yi (a.s) “dabbetu’l-arz” kabul etmiş kişilerdendir.[3] Dabbetu’l-arz itikadı, onun ve başka birçok kişinin suçlandığı ricat inancının bir parçasıdır. Câbir, hiçkimseye nakletmediği ellibin hadis bildiğini iddia ediyordu. Bu sebeple ve ricata inanması nedeniyle güvenilirliği Ehl-i Sünnet’in rical âlimleri nezdinde ihtilaf konusu olmuştur.[4]

Benzerleri İslam’dan önceki düşüncelerde ve Keysaniyye fırkasının inançlarında mevcut bulunan ricat inancı -İmam Ali ve mazlum evlatlarının bir gün geri dönecekleri ve düşmanlarından intikam alacakları- bu zamanın Şiilerinin fikirlerinden biri sayılmaktadır. Daha önce bu akide Reşid Hecerî’ye nispet edilmiştir. Habib b. Sübhan şöyle nakleder: Reşid Hecerî, Ali’ye (a.s) dedi ki, “Şehadet ederim ki sen dabbetu’l-arzsın.” Ali (a.s) onu şiddetle kınadı.[5]

İmam Ali’den (a.s) önceki halifelerden teberri etmek, Kufe Şiiliğinin bu kolunun temel özelliklerindendir. Bu, Câbir Cu’fî’nin rivayetlerinde de görülmektedir. Câbir’den, Emevi döneminin sonlarında Şii toplumunun, olayların Peygamber (s.a.a) ailesinin lehine dönmesi için emel ve arzularını yansıtan Mehdilik düşüncesi hakkında da çok sayıda rivayet nakledilmiştir. Bazı rivayetlerde, Emevi sülalesinden Şiilerin intikamını alacak “Kâim” adında bir kişiden bahsedilmiştir. Hatta kimi zaman bu intikamcının İmam Bâkır (a.s) olduğu düşünülmüştür.[6]

Genel olarak, Emevi döneminin sonlarında Kufe Şiilerinin popüler kolunun inançlarını aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür:

1. Hüseynî kolun tarafında istikamet tutarak Ali’ye (a.s) ve evlatlarına dostluğun vurgulanması.

2. Ali’den (a.s) önceki halifeleri kabul etmemek.

3. Ricat ve Mehdilik inancında tezahür eden, olayların değişip Peygamber (s.a.a) ailesinin lehine dönmesini beklemek.

4. Basit düşünce tarzı ve bahislerde kelamî karmaşanın olmaması.

5. Zalim imamların sayısı henüz oniki kişiyi (Kufelilerin inancı) aşmamıştı.[7]

6. İmamları peygamberlerden (a.s) üstün gören akide henüz oluşmamıştı ve deniyordu ki, Abdulmuttalib evladından cennetin efendileri şunlardır: Peygamber (s.a.a), Ali (a.s), kardeşi Cafer, amcası Hamza, Hasan ve Hüseyin (a.s), Fatıma (s.a) ve Mehdi (a.s).[8]

2. Mutedil Fakihler

Bu zamandaki diğer bir kol, sorunlara mutedil ve ihtiyatlı bakan ve o dönemin kültürel ve ilmî iletişimleri içinde yeralan en seçkin Şii fakihlerden bir gruptu.[9] Bunlar, Şia veya Ehl-i Sünnet nazarında yalancılıkla veya itikatlarında aşırılıkla suçlanmamış ve yalnızca Şiilikleri izah edilmiştir.

Büyük Şii ravi Eban b. Tağleb’i (vefatı hicri 141) Şia’nın bu kolunun temsilcisi saymak mümkündür. Şia ve Ehl-i Sünnet arasındaki itibarı ve mevkii öyle yüksekti ki Medine’ye geldiğinde etrafında ders halkaları oluşur ve Peygamber’in (s.a.a) yaslandığı sütun onun oturması için boş bırakılırdı.[10] Bu durum, Eban’ın, Ehl-i Sünnet raviler ve muhaddislerle kapsamlı iletişim içinde olduğunu göstermektedir. Eban, İslamî ilimlerin kıraat, fıkıh, lugat, nahiv gibi tüm dallarında üstatlık makamındaydı ve o dönem Şiilerinin temsilcisi sayılıyordu. Eban’ın rivayetlerini Ehl-i Sünnet âlimleri de kabul ediyor; onun aşırılıkçı olmadığını ve dinde bidat uydurmadığını itiraf ediyorlardı. Çünkü Şeyheyn’e itiraz etmiyordu. Bilakis tek yaptığı, Ali’yi (a.s) bu ikisinden üstün görmekten ibaretti.[11]

Emeviler döneminin sonlarında mutedil camiaya mensup diğer Şii raviler arasında İbn Ebi Ya’fûr Abdî’ye (vefatı hicri 131) işaret edilebilir. Daha İmamların insanların arasında bulunduğu zamandan beri Şii toplumunda, Şia’nın İmamlar konusundaki geleneksel tefekkür ve itikadıyla çelişen birtakım eğilimler vardı. Çoğu Şii, İmamların sadece ilmî merci olduğuna inanıyor ve İmamlara (a.s) insanüstü sıfatlar atfedilmesine karşı çıkıyordu.[12] Onlar, İmamları (a.s) “ulema-i ebrar” (muttaki âlimler) görüyordu. İslam’ın lideri ve imamı olarak İmama itaati gerekli buluyor ve İmamlara (a.s) mutlak manada itaat ediyorlardı.

İbn Ebi Ya’fûr, bu kişilerin en önemlilerinden ve İmam Sâdık’ın (a.s), kendi lisanıyla nadir sıfatlarla övdüğü en yakın yârânındandı. Zeyd Şahham, Hazret’in şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Sözümü kabul eden, emrime itaat eden ve ecdadımın yolunda yürüyen şu iki kişi dışında kimseyi göremedim: Abdullah b. Ebi Ya’fûr ve Hamran b. A’yan. Allah, mümin ve ihlaslı Şiilerimizden olan onlara rahmet etsin. Adları yanımızda, Allah’ın Peygamber’ine verdiği ashab-ı yemin kitabında geçmektedir.”[13]

Onunla Mualla b. Huneys arasında cereyan eden bir münazarada Mualla şöyle dedi: Peygamber’in vasileridirler. İbn Ebi Ya’fûr onları muttaki ulema-i ebrar olarak nitelemiştir. İmam Sadık (a.s) onu destekleyerek, İmamları (a.s) peygamber olarak kabul edenlerden teberri etmiştir.[14] Eş’arî, gulatın aksine imameti inkâr edenleri kafir saymayan “Ya’furiyye” adında bir fırka zikretmiştir.[15]

Merhum Bahru’l-Ulûm, Rical kitabında Şehid-i Sânî’den, İmamların (a.s) çoğu ashabının ve ilk dönem Şiilerin İmamları yalnızca ulema-i ebrar gördüklerini nakleder. Hatta onların masum olduklarına da inanmıyorlardı. Bununla birlikte İmamlar (a.s) onları mümin ve âdil kabul ediyordu.[16] Sonraki dönemde, Şia’nın dördüncü yüzyıldaki saygın âlim ve kelamcılarından sayılan, kendi zamanında Şia’nın büyük reisi ve görüşleri kendisinden sonraki Şii ulemanın dayanağı olan[17] Ebu Cafer Muhammed b. Kubbe Râzî gibi bazı Şii kelamcılarının da desteklediği görüştü bu. O, İmamları sadece Kur’an ve Sünnet’i bilen âlimler ve salih kullar olarak görüyor, gaybı bildiklerini inkâr ediyordu.[18] Buna rağmen onun akaid çizgisi, o devirlerde Şia’nın ilim camiasında övgü konusuydu.[19] Galiba Nevbahtîler de İmamlarla ilgili bazı konularda (mesela İmamın bütün dilleri bilmesi, gaybı bilmesi, insanların içinden geçeni bilmesi, İmamın mucizeleri gibi) kendi asırlarındaki Şiilerinkine uygun görüşlere sahip değildi.[20] İmamların ashabından bir kesim, hatta onların fıkhî meselelerde o çağların diğer fakihleri gibi şahsî görüşleriyle (rey) serbest içtihad veya kıyasla amel ettiklerine dahi inanıyorlardı. Bu görüş de Kum muhaddislerinden bir grubun destekleyip kabul ettiği görüştü.[21]

Fakat Şeyh Müfid zamanında Şia ulemasından sadece bir azınlık İmamların (a.s) masum olduğunu reddediyordu.[22] Bahru’l-Ulûm da masumiyete muhalif olanları tenzih etmeyi sadece o zamana özgü görür ve sonraki dönemler için caiz kabul etmez.[23] Bu grubun en önemli üyelerinden diğerleri şöyle sıralanabilir: Büreyd b. Muaviye Iclî, Zürâre b. A’yen, Ebu Basir Leys b. Bahterî Muradî, Ebu Basir Yahya b. Kasım Esedî, Muhammed b. Müslim, Hamran b. A’yen, Cemil b. Derrac, Eban b. Osman, Hammad b. İsa, Hammad b. Osman, Abdullah b. Bekir Şeybanî, Abdullah b. Muskân ve Muaviye b. Ammar Dühenî. Bu kişilerin çoğu, ilim ve fakihlikleri epeyce anlatılmış ashab-ı icmanın parçasıydı.[24] Onlardan dört kişi de İmam Sâdık’ın (a.s) alakasına mazhar olmuş Şiilerdendi: Büreyd, Zürâre, Ebu Basir[25] ve Muhammed b. Müslim. Hazret, bu dört kişiyi şu ifadelerle anmıştır:

“Ehl-i Beyt’in (a.s) hatırasını diriltenler”, “dinin muhafızları”, “babamın (a.s) eminleri”, “sâbıkîn”.[26]

Hatta İmam Sâdık’ın (a.s) ilgisine mazhar olan Şiiler ile gulat arasındaki ihtilaf konusunda o zamandan aktarılmış haberler vardır. Ebu’l-Hattab ve takipçilerini izleyen o dönemin aşırılıkçıları bu dört kişiden nefret ederdi. O kadar ki, Cemil b. Derrac şöyle der:

“Ebu’l-Hattab’ın ashabını, onların bu dört kişiye öfkelerinden tanıyorduk.”[27]

Nitekim Zürâre, Muhammed b. Müslim ve Ebu Basir’i kınayan rivayetin isnadına baktığımızda bu rivayetlerin çoğunun senedinde Cebrail b. Ahmed’in, Muhammed b. İsa b. Ubeyd Yaktinî’den naklettiği tarikin bulunduğunu görmekteyiz.[28] Birincisi meçhuldür. Muhammed b. İsa ise Şeyh Tûsî vasıtasıyla zayıf kabul edilmiş ve gulat olarak niletenen kimseler zümresinden sayılmıştır.[29] Merhum Ayetullah Hoî de (rh) bu durumlarda Cebrail’in meçhul olduğuna ve bu rivayetlerin senedinin zayıflığına dikkat çekmiştir.,[30] Yine bu senedlerde Keşşî’nin gulat olduğunu belirttiği Muhammed b. Bahr Rehenî Nermâşirî vardır.[31]


İmamların (a.s) siretinden, onların fıkhî meselelerde vazifelerini, net bir şekilde, genel ilke ve kaideleri beyan etmek olarak görmüş, detay hükümleri çıkarma ve teferruatı bulmayı ise takipçilerine bırakmışlardır.[32] Bunlar, sahih haber ile sahih olmayanı birbirinden ayırt edebilen, Şii ravilerin mercii, şüphe ve ihtilafları bertaraf edebilen kimseler sayılıyordu.

İmam Sâdık (a.s), Feyz b. Muhtar’a talimat verdi:

“Ehl-i Beyt’in hadislerini araştırırken Zürâre b. A’yen’e müracaat et.”[33]

Bu tür göndermeler dikkate alındığından dolayı Ömer b. Üzeyne, Kitabu İrs’ini bütünüyle Zürâre’ye arzetti ve aktardığı rivayetlerde ondan izin aldı.[34] İbn Ebi Umeyr, Şuayb Akarakûfî’den rivayet eder:

İmam Sâdık’a (a.s) arzettim ki, “Bazen bir mesele hakkında tahkike ihtiyaç duyuyorum ama size de ulaşamıyorum. Böyle durumlarda kime müracaat etmeliyim?” Hazret şöyle buyurdu: “Yapman gereken, Ebu Basir Esedî’ye başvurmaktır.”[35]

Yine rivayet edildiğine göre çok kıymetli muhaddis Abdullah b. Ebi Ya’fûr, Hazret-i Sâdık’a (a.s) şöyle dedi:

“Her zaman yanınıza gelme imkânı bulamıyorum. Kimi zaman bazı Şiiler bana gelip cevabını bilmediğim birtakım sorular soruyorlar. Böyle durumlarda ne yapmalıyım?” İmam (a.s) şöyle buyurdu: “Muhammed b. Müslim’e müracaat et. O, babamdan hadis işitmiş ve makam yüksek biridir.”[36]

3. Şii Kelamcılar

O zamanın Şiileri arasında üçüncü kol, Şii kelamcılar grubuydu. Kendilerinden kelam meselelerine dair ayrıntılı görüşler nakledilmiş Kays Mâsir, Hişam b. Hakem, Mü’minu’t-Tâk, Hişam b. Sâlim, Zürâre b. A’yen, Ali b. Mansur Kufî (Hişam’ın talebelerinden) ve Ali b. İsmail b. Meysem Temmâr gibi isimler. Mezhebin rivayetlerinden anlaşıldığı kadarıyla Şia İmamları, kendi Şiileri arasında akıl ve istidlale dayalı tefekkürün zeminini oluşturma ve harekete geçirmeye büyük ilgi duyuyorlardı. Kendi zamanlarındaki Şii kelamcıları, özellikle de Hişam b. Hakem ve Mü’minu’t-Tâk’ı kelam ve akaid bahislerine teşvik ediyor, hatta onlara münazara metodunu öğretiyorlardı.[37] Kelamcılar da sonraki nesillerdeki mezhebî tartışmalar için talebelerine yardımcı oluyordu. Nitekim Fazl b. Şâzân, kendisini Muhammed b. Ebi Umeyr ve Safvan b. Yahya’nın halefi olarak adlandırıyor, Yunus b. Abdurrahman’ı ise muhaliflerle münazara için Hişam b. Hakem’in halefi kabul ediyordu.[38]

Bu isimlerin bir kısmı, Mutezile’nin ortaya çıkışından önce bile kelam meseleleriyle uğraşıyordu. Kays b. Mâsir Kufî, Mutezile oluşmadan önce İmam Seccad’ın (a.s) yanında eğitim görmüş Şii kelamcılardandır.[39] Şii kelamcıların yaptığı tartışmalar imametle sınırlı değildi. Bütün meselelerle ilgiliydiler. Mesela Hişam’dan kalan üç eser, Aristo, Dualistler ve Naturalistlere reddiye idi.[40]

O dönemin Şii kelamcıları Şia itikadının temellerini atarken takdire şayan bir rol oynadılar ve muhalifleriyle yaptıkları başarılı münazaralar sayesinde Şii akaidini sonraki nesillerde sağlamlaştırmanın yolunu hazırladılar.

Hişam b. Hakem Kufî, Şia’nın ünlü kelamcısıdır. İmamet mevzusunda kelam babı açtı ve derinlikli bir bakışla Şia mezhebine yeni bir ruh bahşetti.[41]

“İmamların ismeti” bahsinde esaslı görüşleri olan Hişam b. Hakem, Şia’da bu bahsin kurucularından sayılmaktadır. Öyle ki, Muhammed b. Ebi Umeyr şöyle der: “Hişam’la ahbablığım boyunca, ondan, İmamların ismeti bahsinden sağladığım istifadeyi başka hiçbir bahiste görmedim.”[42] Hişam b. Hakem, Darar’la yaptığı münazarada İmamı; ilim, ismet, cesaret ve cömertlikte insanların en üstünü kabul eder ve imametin kıyamet gününe kadar devam edeceğine inancını belirtir.[43] Hişam’dan sonra ismet bahsi daha kâmil hale geldi ve kelamcılar ondan tafsilatlı olarak bahsederek değişik boyutlarını incelemeye koyuldular.[44] “İsmet” İmamın özelliğidir. Şeyh Müfid’in ifadesiyle, Allah Teâla’nın, ismete bağlı kalacağını bildiği kimseye lütfudur. Fakat ismet, çirkin şeyi yapma kudretine mani olmak veya iyi fiili yapmaya mecbur tutmak değildir.[45]

Bu dönemin büyük kelamcılarından bir diğeri de “Sâhibu’t-Tâk”[46] ve “Mü’minu’t-Tâk”[47] adıyla tanınan Muhammed b. Ali b. Nu’man’dır.[48] Şiirde kendi zamanının dâhilerindendi.[49] Kelam meselelerinde oldukça hazır cevaptı. Muhalifleriyle girdiği münazaralar ve hikâyeleri kitaplarda kayıtlıdır. O da Hişam gibi imamet bahislerinde uzmandı ve İmam Sâdık (a.s) ona kelam tartışmalarına girmesi talimatını vermişti.[50]

Hişam b. Sâlim, İmam Sâdık’ın (a.s) ashabından ve diğer talebelerinden biridir. Tevhid ilmindeki uzmanlığı nedeniyle daha ziyade bu mevzuda tartışma ve münazaralara katılırdı.[51] Aralarında miraç hakkındaki kitap da bulunan bazı kitapların müellifi olarak bilinir.[52]

Bu zamanda Şiiler arasında yoğun tartışmalara sebep olan çeşitli kelam akımları mevcuttu. Bu meselenin şahitleri rical ve hadis kitaplarında, özellikle de Rical-i Keşî’de bol miktarda görülebilir. Bu konu, fihrist yazarlarının kitaplarındaki ravilerin kitap adlarından da çıkartılabilir. Mesela Hişam b. Hakem’in Hişam b. Sâlim ve Mü’minu’t-Tâk’a reddiyelerine dair kitaplar gibi.[53] Hişam b. Hakem ile Hişam b. Sâlim arasındaki ihtilaf o kadar ciddiydi ki, Şia’nın reisleri, ihtilafı çözmeleri için bu ikisi arasında münazara tertipledi. Buna rağmen Hişam b. Sâlim, Hişam b. Hakem’in ilmini övmüştür.[54] Dikkat çekici olan şu ki, bazen bir grubun mensupları, İmamların imametini kabul etme ilkesi dışındaki fikrî ilkelerin tamamında kendi ilmî rehberi ve lideriyle görüş ayrılığı yaşayabiliyordu. Mesela Ebu Cafer Sekkâk Bağdadî, Hişam b. Hakem’in talebesi olmasına rağmen imamet dışında diğer akaid konularında Hişam’a muhalefet etmiştir.[55]

4. Aşırılıkçılar / Guluvcular

Aşırılık ve aşırılıkçılık[56] bahsi, Şia başta olmak üzere Müslümanlar arasında sürekli gündeme gelmiş önemli ve tartışmalı konulardandır. Aşırılık akımı ve gulatların müfrit inançları Şia için tehlikeliydi. Çünkü akaidde karmaşa yaratmasına ve Şiiler arasında ihtilaf ve tefrika çıkarmasına ilaveten, Şia’yı başkaları nazarında dinî füruatla ilgili olarak ipini koparmış kimseler gibi gösteriyor, Ehl-i Sünnet’in mutaassıpları ve idarecilerinin eline koz veriyor ve onlar da sapkın gulat fikirler bahanesiyle bütün Şiileri ezmeye, tahkir edip kötülemeye girişiyorlardı.

“Ğuluvv” lugatta herşeyde ifrat, irtifa, had ve hududu aşma manasına gelmektedir. Istılahta ise dinde ifrat veya gerçeğe aykırı olarak bir şeyi ya da şahsı büyük görmektir. Kur’an ayetleri ve Masumların (a.s) rivayetleri de bu anlamı teyit etmektedir. Kur’an-ı Kerim Ehl-i Kitaba hitaben şöyle buyurur:

 قُلْ یَا أَهْلَ الْکِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِی دِینِکُمْ غَیْرَ الْحَقِّ 

“De ki: Ey Ehl-i Kitap, dininizde haksız yere abartıya kaçmayın.”[57]

Allah Rasülü (s.a.a) şöyle buyurmaktadır:

“Ey insanlar, dinde aşırılıktan kaçının. Çünkü sizden öncekilerin helak olmalarının sebebi dinde aşırılıktı.”[58]

Bazı rivayetlerde aşırılık “tenetta” olarak ifade edilmiştir. Nitekim Peygamber (s.a.a) şöyle buyurur:

“هلک المتنطّعون”[59]

Dolayısıyla aşırılığın kökü, geçmiş dinlerde ve tüm İslamî fırkalardadır. Ama bu lafız çoğunlukla Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt hakkında aşırıya kaçan Şiiler için kullanılmıştır. Şeyh Müfid şöyle yazar:

“Gulat yalnızca İslam’la tezahür eder. Onlar, Emirulmüminin ve İmamlara (a.s) ulûhiyet ve nübüvvet nispet etmişlerdir. Din ve dünyada üstünlük bahsinde de haddi aşmış ve orta yoldan ayrılmışlardır. Bunlar sapkın ve kâfirdirler. Emirulmüminin onları katlederek veya yakarak ortadan kaldırdı. İmamlar (a.s) onların hükmünü küfür ve İslam’dan çıkmak olarak beyan etti.”[60]

İbn Haldun da gulatı Şia taifesinden kabul eder. Akıl ve iman haddini aşmış, beşer olan İmamlara ilahî sıfatlar atfetmiş veya “Allah beşer zâtında geldi” demişlerdir. Bu söz, Hıristiyanların İsa (a.s) konusundaki itikadından alınmış hulüle inanmaktır.[61]

Aşırılığın Çerçevesi ve Gulatın Akaidi

Gulüv ve tefvizi birbirinden ayırmanın kriteri konusunda ulema arasında epeyce ihtilaf görülmektedir. Geç dönem rical âlimlerinin çoğu, eskilerin bazı ravilerle ilgili ta’n ve cerh değerlendirmelerinin itikadî bahislere bakıştaki ihtilaflardan kaynaklandığını düşünmekte ve bu suçlamaları amelin ölçütü kabul etmemektedir.[62] Ama Şia İmamlarının rububiyetine veya Allah’ın ruhunun onlara hülul ettiğine inanan birey veya fırkaların dinin zaruriyatını inkâra vardıklarından “gulat” sayıldıkları konusunda hiçbir ihtilaf yoktur.[63] Şeyh Müfid (rh) imametin ilkelerini üç genel asılda özetler: İmametin vacipliği, ismet ve imamete nas.[64]

O dönemde Şiiler arasındaki dördüncü kol[65], kendi içinde değişik kollar barındıran, genel anlamda “guluv”dur. Ama her halükarda İmamların (a.s) makamı konusundaki aşırılık, her şekliyle o büyük şahsiyetlerin kınama ve ta’nına maruz kalmıştır. Kufe, gulatın faaliyet gösterdiği en önemli şehirdi. İmam Sâdık (a.s) bu kişiler hakkında şöyle buyurur:

“و اللّٰه لو أقررت بما یقول فی أهل الکوفة لأخذتنی الارض و ما أنا إلا عبد مملوک لا أقدر علی شیء ضرّ و لا نفع”

“Allah’a yemin olsun ki, Kufe halkının benim hakkımda söylediklerine inanacak olsam yer beni yutar. Oysa ben Allah’ın emrinde bir kulum. Fayda ve zarar vermeye gücüm yetmez.”[66]

Yine İmam Sâdık’ın (a.s) alaka duyduğu Şiiler ile gulatlar arasındaki ihtilaflar konusunda bu dönemden gelmiş haberler vardır.

Bu zamanın meşhur gulatları arasında, bizzat İmam Bâkır (a.s) tarafından tekfir edilmiş Muğire b. Said ve Beyan b. Sem’an vardı. Ali b. Muhammed Nevfelî şöyle der:

Muğire b. Said, İmam Bâkır’ın (a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: “Sen insanlara gaybın ilmine sahip olduğunu söyle, ben de Irak’ı bunu kabul etmesi için hazırlayayım.” İmam Bâkır (a.s) onu sert bir dille yanından kovdu ve sonra meseleyi Ebu Haşim b. Muhammed b. Hanefiyye ile dertleşti.[67]

Bu nakil, Kufelilerin, yeni ve aşırılık içeren yeni konuları kabul ettirmedeki büyük yeteneğini göstermektedir.

Ebu’l-Hattab Esedî adıyla tanınan[68] Muhammed b. Ebi Zeyneb Kufî (Miklâs) ve İmam Sâdık (a.s) zamanının diğer gulatları da Hazret tarafından sert şekilde lanetlenmiştir. İmam şöyle buyuruyordu:

“Gençler! Kendinizi gulatlardan koru­yun.”[69]

Kufe’de Ebu’l-Hattab’ın takipçileri o kadar çoktu ki Keşî şöyle nakleder: “Ebu’l-Hattab Kufe’yi ifsad etti. Hatta onlar, şafak gizlenene dek mağrip tarafına namaz kılmazlar.”[70] Onlar, her zamanda iki peygamber olması gerektiğine inanırlar. Biri nâtık, diğeri sâmit. Mesela Muhammed (s.a.a) nâtık resul, Ali (a.s) ise sâmit resuldü.[71] Bu fırkanın zuhuru, her taraftan hükümete karşı kıyamlar ve hareketlerin patlak verdiği ve hükümranların henüz duruma tamamen hâkim olamadığı Beni Ümeyye’nin sonları ve Beni Abbas’ın başlarındaydı. Ebu’l-Hattab bu sırada Ehl-i Beyt İmamlarını (a.s) gündeme getirip onlar hakkında aşırılık ve kendisinin vesayet ve nübüvvetini iddia ederek -belki kıyam için- kuvvet toplamaya çalıştı. Başına buyrukluk, fesad, herşeyi mübah görme ve şehvetleri caiz saymayı yaygınlaştırarak Kufe’de o zamanın fâsidlerinden kalabalık bir grubu etrafında toplamayı başardı. Kufe’de Kenâse mahallesinde bir çadır kurdu ve ashabını İmam Sâdık’a (a.s) ibadet etmeye çağırdı.[72] Fakat netice itibariyle işi ilerletemedi, kendisiyle birlikte etrafındaki yetmiş kişi, Kufe mescidine sığınmışken Mansur’un Kufe valisi İsa b. Musa b. Ali b. Abdullah b. Abbas (hicri kameri 138 yılında) tarafından katledildi. Bir görüşe göre Ebu’l-Hattab’ı Kufe’nin Kenâse mahallesinde darağacında sallandırdılar.[73] Bu maceradan sadece bir kişi, yani Ebu Hadice adıyla tanınan Ebu Seleme Sâlim b. Mükerrem Cemmâl canını kurtarabildi. Katliamı yapanlar onu ölü sanmıştı. Gece ağır yaralı bir halde kaçtı ve daha sonra da tevbe etti.[74] Aynı şekilde bazı kitaplarda Hattabiyye fırkasıyla İsmailiyye arasında yakın ilişkiden bahsedilmiştir. Hatta halis İsmaililerin aslında Hattabiler olduğu, Ebu’l-Hattab’ın da İsmailiyye fırkasının oluşmasını sağlayan asıl kişilerden ve onların liderlerinden biri kabul edildiği bile söylenmiştir.[75]

Ebu’l-Hattab öldürüldü ama akidesi bâki kaldı. Öyle ki kendinden sonra ortaya çıkan bütün gulat fırkaları etkisi altına aldı. Birçok gulat, ondan sonra kendi akaidlerini ondan iktibas ettiler. Ebu’l-Hattab’ın takipçileri onun ölümünden sonra beş gruba ayrıldı: Muammeriyye (Muammer adlı kişiyi Ebu’l-Hattab’tan sonra imam kabul ettiler), Beziğiyye[76] veya Bezi’iyye[77] (Beziğ veya Bezi’ b. Musa Hâik’in takipçileri), Umeyriyye veya İcliyye (Umeyr b. Beyan İclî’nin takipçileri)[78], Mufaddala[79] veya Mufaddaliyye[80] (Mufaddal Sayrafî’nin takipçileri) ve Hattabiyye-i Mutlaka (Ebu’l-Hattab’a bağlı kalanlar).[81]

5. Mufavvıza

Bu zamanda ortaya çıkan bir diğer önemli mesele, Mufaddal b. Ömer Cu’fî (hicri 183’ten önce hayattaydı) zamanından itibaren gündeme gelen, işleri İmam’a (a.s) bırakma[82] meselesiydi. Şia’nın rical âlimleri Mufaddal hakkında farklı görüşler bildirmiştir:

Erken dönem Şii rical âlimlerinden Ne­câşî ve İbn Gazâirî, onu zayıf ve güvenilmez biri olarak değerlendirmiştir. Necâşî onu
“فاسد المذهب و مضطرب الروایة” olarak niteleyerek şöyle yazmaktadır: “Hattabiyye’den olduğu söylenmiştir.”[83] İbn Gazâirî, Mufaddal b. Ömer’in, “مرتفع القول و خطابی” olduğuna inanmaktaydı. Gulatlar onun hadislerine el sürmüştü ve hadisinin yazılması caiz değildi.[84] Keşî, onu kınayan rivayetler de, öven rivayetler de nakletmişti ve Mufaddal’ın başta doğru yolda olduğuna ama sonra Hattabî olduğuna inanıyordu.[85] Şeyh Tûsî, Fihrist ve Rical[86] kitaplarında ondan kınayarak da, överek de bahsetmemiştir.

İbn Şehrâşûb[87] ve İbn Davud[88] gibi orta yüzyılın rical uleması da erken dönem rical âlimlerinin sözlerine bir şey eklememiştir. Tabii ki Allame Hıllî onun adını kitabının ikinci kısmında zikrederek şöyle yazar: “Rivayetler onun kınandığına delalet etmektedir.”[89] Buna mukabil Şia’nın geç dönem rical âlimleri Mufaddal’ı desteklemiş ve rivayetlerini makbul bulmuştur. Allame Şûşterî ve merhum Ayetullah Hoî (rh), Mufaddal’ı İmam Sâdık’ın (a.s) özel dostlarından, Hazret’in yârânı arasındaki şeyhlerden, muhiplerden, sikalardan ve fukahanın büyüklerinden saymaktadır.

Merhum Ayetullah Hoî, Şeyh Tûsî’nin sözüne dayanarak Tehzibu’l-Ahkâm’daki bir rivayetin şerhinde şöyle yazar: “Bu haberi sadece Muhammed b. Sinan, Mufaddal b. Ömer’den nakletmiştir. Muhammed b. Sinan ashabın ta’na uğramış ismidir ve cidden zayıftır.”[90] Buradan şu sonuca varır: “Şeyhin Mufaddal b. Ömer’e itimat ettiğine dair sözü gayet nettir ve ona ta’n edildiği vaki değildir.”[91] Merhum Şûşterî de bu cümleden benzer bir sonuç çıkarmıştır.[92]

Ayetullah Hoî, Mufaddal’ın, İbn Şehrâ­şûb tarafından Menâkıb kitabında İmam Sâ­dık’ın (a.s) yakın ashabından sayılmasını bunun başka bir delili olarak zikreder.[93] Sözünün devamında Mufaddal’ı öven rivayetleri -bir rivayet Şeyh Müfid’den, geriye kalanlar Keşî’den- ve yeren rivayetleri nakleder ve şu sonuca varır: “Aktardıklarımızdan anlaşılan odur ki, Mufaddal b. Ömer’e tefviz ve Hattabiyye nispet edilmesi sabit değildir. Çünkü İbn Gazârî’nin kitabının müellife nispeti ispatlanmıştır. Ayrıca Keşî’nin ‘Mufaddal dosdoğru yoldaydı ama sonra Hattabî oldu’ sözünün de görünüşe göre şahidi yoktur. ‘قیل’ lafzıyla bildirilmiş Necâşî’nin sözü de bizim görüşümüzü desteklemektedir.  Zira Necâşî’nin bu duruma razı olmadığını göstermektedir. Onu yeren rivayetlere gelince, hepsinin senedi zayıftır ve güvenilmezdirler. Sahih senede sahip, ilmi ehlinin nezdinde olan, Masumlardan sâdır olduğuna ilişkin genel bilgi iddiasına yakın çok sayıda ve birbirini destekleyen rivayetlerle çatışmayan üç rivayet hariç... Mufaddal’ın büyüklüğü konusunda, İmam Sâdık’ın (a.s) onu Tevhid-i Mufaddal adıyla meşhur kitabı rivayete tahsis etmiş olması yeterlidir.”[94] Merhum Ayetullah Hoî, “muztaribu’r-rivaye” ifadesini, sahih olduğu farzedilerek güvenilmezliğe delil saymaz ve fâsit teliflerin Mufaddal’a nispetini de kabul etmez.[95]

Ayetullah Hoî burada Şeyh Müfid’in sözünü Necâşî’nin görüşüne üstün tutmaktadır. Fakat fıkha ilişkin eserlerinden birinde, içinde Mufaddal b. Ömer’in geçtiği senedi incelerken Necâşî’nin ezberinin Müfid’den daha iyi kabul edildiğini dikkate alarak Mufaddal’ın rivayetine itimat etmemiştir.[96]

Ama her halükarda Mufaddal’ın tevsik edilip edilmemesinin ya da mufavvıza akımına mensubiyetinin doğru olup olmamasının bahsin aslına (sözkonusu akaide sahip bir fırkanın mevcudiyetine) pek o kadar da etkisi yoktur ve bu konunun doğru olduğuna ilişkin birçok tarihsel referans inkâr edilemez. Mufaddal’dan nakledilmiş birçok rivayet, ya Fazl b. Şâzân, İbn Ukde, Şeyh Müfid, Necâşî, İbn Gazâirî ve Şeyh Tûsî tarafından zayıf kabul edilmiş ve sika kabul edilmesi imkânı bulunmayan[97] ünlü talebesi, Muhammed b. Sinan Zâhirî (vefatı hicri 220) yoluyla, ya da Mufaddal’ın diğer talebesi Muhammed b. Kesir Sakafî[98] aracılığıyla gelmiştir. Bazı muhakkiklerin inancına göre bu akım, ikinci yüzyılın başlarında Keysani gulatlarından iki aşırılıkçı görüşün buluşmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu tefekkürün kurucusu aslında Hattabiye’nin reisi Ebu’l-Hattab Esedî’dir (vefatı hicri 138). Bu fikrî akım, Mufaddal b. Ömer tarafından da Mufavvıza biçimine dönüştürülmüştür.[99]

“Gulat” ıstılahı, rical ve rivayet kitaplarında Mufavvıza için de kullanılmıştır. Ama bu grup Şia mezhebi içinde devam etmiş ve bir tür grup içi gulat olmuştur. Bunlar, rical ulemasının ifadelerinde “ehlu’l-irtifa fi mezhebihi”, “fi hadisihi irtifa”, “mürtefiu’l-kavl” veya “fihi ğuluv ve tereffu” gibi lafızlarla ayırt edilmişlerdir. Bu tabirler, İmamların (a.s) makamı konusundaki mübalağayı ve aşırı gitmeyi belirtmektedir. Fakat İmamlar (a.s) için ulûhiyet aşamasına varmamışlardır. Bazen Mufavvıza gulattan net bir şekilde ayırt edilmiş ve yanyana kullanılmıştır. Bir rivayette şöyle geçer:

“الغلاة کفار و المفوّضة مشرکون”[100]

Şeyh Müfid de Evâilu’l-Makâlât’ta “İmam’ın gaybı bilmediği” bahsinde şöyle yazar:

“و علی قولی هذا جماعة أهل الامامة إلا من شذّ عنهم من المفوّضة و من انتمی إلیهم من الغلاة”

“Mufavvıza ve onların yolundan giden gulatlar gibi çok azı dışında tüm İmamiyye bu görüşte benimle aynı düşünmektedir.”[101]

Bu mesele, gulatın tamamen ayrı bir şey olması karşısında Mufavvıza’nın grup içi konumunu göstermektedir.

Mufavvıza’ya Ait İtikatlar

1. Tefviz: Allame Meclisî, “tefviz” konusunda birkaç mana ortaya koymuştur.[102] Bunların tümünü iki kısımda ele almak mümkündür: Birincisi, yaratma ve rızık verme işini İmama bırakma; ikincisi, din ve siyaset işini İmama bırakma. Bu ikisinden her biri de kendi içinde “mutlak” ve “mukayyed” olmak üzere iki kısma ayrılır. Özetle, bütün işlerde esas hâlik, sâni’ ve şâri’ Allah Teâla’dır. Kur’an ayetleri pek çok yerde buna işaret etmektedir. İmamlar da (a.s) kendilerini bu anlamdan tefvizden beri görmüşlerdir.[103]

Ama mukayyed manada tefviz, İmamların (a.s), Allah Teâla’dan bir şey istediklerinde Allah’ın bu isteğe icabet ederek bir şeyi onlar için gerçekleştirmesi anlamına gelir. Bu mevzu, Hazret-i Mehdi’nin (a.f) Şiilerin ihtilafına verdiği cevapta teyit edilmiştir. Allah, ecsamı yaratan ve rızımları taksim edendir. Ama İmamlar (a.s) Allah’tan ister, o da onlara icabet etmek ve onların hakkının büyük olduğunu göstermek için yaratır ve rızık verir.[104]

Başka bir yerde Hazret (a.f), Mufavvıza’yı yalancı olarak nitelemiş ve şöyle buyurmuştur:

“Kalplerimiz, Allah’ın dilemesi için kaplardır. O dilerse biz de isteriz.”[105]

Yani bizim irademiz Allah’ın iradesine tabidir. İşler üzerinde tasarrufta bulunuyorsak, bu, onun izni ve iradesiyledir. Dolayısıyla İmamların (a.s) mucize ve kerametleri de Allah’ın izniyle gerçekleşen şeyler oldukları şeklinde izah edilebilecektir. Nitekim İsa (a.s) Allah’ın izniyle körün gözünü açıyor ve ölüleri diriltiyordu. Ebu Basir’den bir rivayette İmam Bâkır (a.s), İmamın ölüleri diriltmek ve körlere şifa vermeye gücü yetip yetmediği konusunda şöyle buyurmaktadır:

“Evet, ama Allah Teâla’nın izniyle.”

Bu olayda Ebu Basir’in görmeyen gözlerine, onun talebi üzerine ilk haline dönecek şekilde şifa verdi.[106]

Fakat Mufavvıza’nın söylediği bu rivayetlerin ötesine geçiyordu. Mufavvıza, Peygamber (s.a.a) ve İmamlar (a.s), Allah’ın yapması gereken bütün işleri yerine getirmektedir. Şu farkla ki, Allah’ın kudreti aslî, onların kudreti ise bağımlıdır.[107] Şöyle diyorlardı: İnsanların rızkı, göğün ve yerin işleri İmamların (a.s) elindedir.[108] Bu anlamda tefviz, yani tekvinî işlerde ilahî kudret elinin bağlı olması Şiilerin teyit ettiği görüş değildir ve bu akaid küfür sayılmaktadır.[109] İmam Rıza (a.s), meşhur bir rivayette, İmamlar (a.s) için hakettiklerinden daha yüksek bir makama inananlardan hoşnutsuzluğunu dile getirmekte ve yaratma, rızık ve kulluğu Allah Teâla’ya mahsus kabul etmektedir.[110]

2. Hilkat-i ezelle[111]: Mufavvıza’ya ait itikatlardan bir diğeri de bedenlerin yaratılmasından önceki gölge yaratılışa inançtır. Bazı rivayetlerde geçtiğine göre İmamlar (a.s) yaratılıştan önce misal âleminde idiler. Mufaddal b. Ömer’in İmam Sâdık’tan (a.s) aktardığı bir rivayette bu konuya açıklık getirilmiştir.[112] Başka bir rivayette şöyle beyan edilmiştir: Ehl-i Beyt (a.s) yaratılıştan önce nuranî gölgeler şeklindeydi.[113] Şeyh Müfid, gölgelerin kadim oluşunu yanlış kabul eder ve âlemin sonradan yaratılmış olmasına aykırı bulur. Çünkü ezeli kadim, yalnızca bir olan Allah’tır. Ondan başka herşey hâdistir ve yaratılmıştır.[114] Şeyh Müfid, İmamların (a.s) zâtının, beşerin babası Âdem’den önce yaratılmış olmasını sahih görmez. Ona ögre İmamların ruhlarının Âdem’e (a.s) önce yaratılması, bu büyük şahsiyetlerin yüce şan ve şereflerine fazla bir şey katmaz.[115] Gölge ruhlar konusunda gelmiş haberlerin, lafızda farklı farklı ve manada birbirine uzak olduğunu belirtir ve onları gulatın uydurduğunu söyler. Örnek vermek gerekirse, gulat olmakla suçlanan Muhammed b. Sinan’a ait el-Eşbah ve’l-Ezelle kitabının adını zikreder ve şöyle yazar: “Bu kitabın ona ait olduğu doğruysa o, haktan sapmış biridir.”[116] Yine, İmam Sâdık’ın (a.s) Mufaddal’a derslerini içeren Mufaddal b. Ömer’e ait el-Heft ve’l-Ezelle isimli kitabın, bir çeşit varlığın ve bazı dinî ilkelerin bâtınî izahı olduğuna işaret eder.[117]

3. İmamın gayp ilminden mutlak haberdar oluşu: Çok sayıda rivayet, İmamın, gelecekte insanların başına gelecek olayları bildiğini teyit etmektedir. İmam Ali (a.s) Meysem Temmar’ın şehadetini günü ve saatiyle haber vermişti. Hatta dilinin kesileceğini bile öngörmüştü.[118] Kâfî, Besâir ve İrşad’da bunu ispatlayan birçok rivayet vardır. Mesela Ravza-i Kâfî’nin rivayetinde İmam Bâkır (a.s) Karkisya hadisesini ve Kays’ın öldürüleceğini önceden bildirmektedir.[119] Başka bir rivayette İmam Sâdık (a.s) bazen gelecekteki olayları bilmeyi İmamın insanlara hüccet oluşunun ihtiyacı olarak adlandırır.[120]

Fakat sorulması gereken şudur ki, acaba önceden haber vermek gaybı bilmek manasına mı gelir? Gayp ilminin İmamlara (a.s) atfedilmesi caiz midir?

Mufavvıza, gaybın bilgisinin İmamlara (a.s) atfedilmesini caiz görüyordu. Şeyh Müfid (rh) onları bu mevzuda gulatla aynı hizaya koymaktadır. Müfid, gaybın bilgisinin İmamlar (a.s) için konu edilmesini inkâr etmekte ve fesat görmektedir. Bu görüşün, Mufavvıza ve gulat dışında İmamiyenin çoğunluğunun görüşü olduğunu belirtir.[121]

İmamların (a.s) gaybı bilmesi hususunda iki grup rivayet vardır:

Rivayetlerin bir grubu, gaybın bilgisini İmamlardan (a.s) nefyeder. Emirulmüminin Ali (a.s) Basra’da gelecekte olacakları haber verdiğinde ashaptan biri sordu: “Bu söyledikleriniz gayp ilmi mi?” Hazret gülümsedi ve şöyle buyurdu:

“Bu gaybın bilgisini değildir. Bilakis muallimden öğrendiğim ilimdir. Gaybın bilgisi kıyameti bilmektir.”

Sonra gaypla ilgili beş konunun Allah’a mahsus olduğunun zikredildiği Lokman suresi 34. ayete işaret etti.[122] İmam Sâdık (a.s) şöyle buyurur:

“Bizim gaybın bilgisine vakıf olduğumuzu zanneden güruha şaşıyorum. Hâlbuki Allah Teâla’dan başkası gaybı bilmez.”

Bu rivayetin devamında şöyle yazıyor:

Gaybın ilmini Nübüvvet ailesinden nefyeden İmam’ın sözüne şaşıran Sedir, “Biz sizi gayba nispet etmiyoruz. Fakat çok fazla ilminiz olduğunu da biliyoruz.” diyerek daha fazla bilgi istedi. İmam (a.s):

 وَیَقُولُ الَّذِینَ کَفَرُواْ لَسْتَ مُرْسَلاً قُلْ کَفَى بِاللّٰهِ شَهِیدًا بَیْنِی وَبَیْنَکُمْ وَمَنْ عِندَهُ عِلْمُ الْکِتَابِ 

“Kâfir olanlar diyor ki, “Sen gönderilmiş elçi değilsin.” De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve elinde kitaptan ilim bulunan kimse kâfidir.”[123]

İki kere şöyle buyurdu: “Allah’a yemin olsun ki kitabın bütün ilmi bizim elimizdedir.”[124]

Bu rivayet, İmamların (a.s) ilminin menşeinin Kur’an olduğunu beyan etmektedir.[125] İlahî kelam için onun dergâhındaki en iyi kul Resul-i Ekrem’dir (s.a.a) ve İmamlar (a.s) bu ilmi Hazret’ten beri nesilden nesile ecdadından öğreniyordu.

Seyyid Murtaza (rh) şöyle der: “İmam için velayetin icabı ve şer’î ahkâm dışındaki ilmi vacip görmekten Allah’a sığınırım. Gayp ilmi bunların dışındadır.”[126] O, İmamın, şeriatla ilgisi bulunmayan tüm sözleri ve meslekleri bilmesinin zorunlu olmadığına inanmaktaydı. Çünkü bu alanların her birinin kendine has uzmanlığı vardır ve İmama tek gereken, ahkâmı bilmesidir.[127]

Şeyh Tûsî (rh) İmamı Allah’ın kullarından bir kul kabul etmektedir. Tabiat ve sıfatlarda diğer insanlar gibidirler. Onların tek üstünlüğü, icabı şeriat ahkâmını bilmek olan din ve dünyada genel riyasettir. İmamiyye Şia’sının, İmamların gaybı bildiği görüşüne nispet edilmesi doğru değildir. Çünkü Şiiler Allah’ın kitabına iman etmekte ve onda Peygamber’in şöyle buyurduğunu okumaktadır:

 لَوْ کُنتُ أَعْلَمُ الْغَیْبَ لاَسْتَکْثَرْتُ مِنَ الْخَیْرِ 

“Eğer gaybı biliyor olsaydım daha fazla hayır biriktirirdim.”[128]

 إِنَّمَا الْغَیْبُ لِلّٰهِ 

“De ki: Gayp sadece Allah’a mahsus­tur.”[129]

 قُل لَّا یَعْلَمُ مَن فِی السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الْغَیْبَ إِلَّا ال 

“De ki: Göklerde ve yerde olan gaybı Allah’tan başkası bilmez.”[130]-[131]

Tabersî, Hud suresi 123. ayeti tefsir ederken şöyle yazar: “İmamiye Şia’sına İmamların gaybı bildiği görüşünü nispet edenler Şia’ya zulmetmiştir. Biz, bütün bilgilere vakıf Allah Teâla dışında gaybı bilme sıfatını herhangi birisi için caiz gören bir Şia tanımıyoruz.”

Emirulmüminin’den (a.s) fitnelere ilişkin hutbelerde nakledilmiş haberlerin ve buna benzer diğer rivayetlerin Peygamber’den (s.a.a) ve Hazret’in ilahî ilimlerinden alındığını düşünmektedir.[132] Çağdaş ulema arasında da bazıları gaybın bilgisini İmamlardan (a.s) nefyetmektedir.[133]

Buna mukabil gaybın bilindiğini teyit eden rivayetler de vardır. Ravi, İmam Sâdık’a (a.s) sorar: “İmam, bilmediği şeylere nereden cevap verir?” İmam şöyle buyurur:

“یکنت فی القلب نکتا او ینقر فی الأذن نقرا” (Kalbe iner veya kulakta çınlar)[134]

Bu rivayet, İmamın ilminin gaybî menşeini beyan etmektedir. Yine Ammar Sâbâtî, İmam Sadık’a (a.s) şöyle sordu: “İmam gayp ilmini bilir mi?” İmam cevap verdi:

“Hayır. Lakin bir şeyi bilmek istediğinde Allah ona bildirir.”[135]

Bu rivayetten, İmamın gelecekteki olaylarla ilgili bilgisinin sürekli olmadığı, İmamın iradesi ve Allah Teâla’nın izniyle belli bir anda İmamlara (a.s) feyz edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Sâdık (a.s) İsa b. Hamza Sakafî’ye verdiği cevapta şöyle buyurur:

“Ne zaman gelir veya çınlarsa sözümüzü söyleriz. Ne zaman kesilirse dururuz.”[136]

Bu yüzden Şeyh Hürr Âmulî, el-Fusûlu’l-Mühimme kitabında bu bahisle ilgili babı şöyle adlandırmıştır: “Babu inne’n-Nebiyy ve’l-Eimme (a.s) lâ ya’lemûne cemia ilmi’l-ğayb ve innemâ ya’lemûne ba’dahu bi-i’lâmi’llahi iyyâhum ve izâ erâdû en ya’lemû şey’en alemû” (Peygamber ve İmamlar (a.s) gayp ilminin tamamını bilmez. Bilakis Allah Teâla ne zaman onlara bildirirse bir kısmını bilirler. Ne zaman bir şeyden haberdar olmalarını irade ederse onu bileceklerdir.)[137]

Merhum Muzaffer de rivayetleri inceledikten sonra, irade edilmiş ve Sübhan Allah’ın tevfizi olan İmamın ilmine dair bu grup rivayetleri mutedil tavır kabul eder ve onu çeşitli delilleri uzlaştırmak için münasip görür.[138]

İmam Bâkır (a.s), Hamran b. A’yen’in “عَالِمُ الْغَیْبِ فَلَا یُظْهِرُ عَلٰى غَیْبِه۪ٓ اَحَداًۙ” (Gaybı bilir ve gaybından kimseyi haberdar etmez.)[139] Ayeti hakkında sorduğu soruya verdiği cevapta bir sonraki ayete (اِلَّا مَنِ ارْتَضٰى مِنْ رَسُولٍ / Razı olduğu peygamber hariç)[140] istinat ederek şöyle buyurur:

“Allah’a yemin olsun ki, Muhammed (s.a.a) Allah’ın razı olduğu kullardandı.”

Sonra şöyle devam eder:

“Allah’a mahsus olan gaybın ilmi, takdir edilmiş olup ilahî ilimde gerçekleşmeden ve meleklere bırakılmadan önce kazaya dönüşmüş ilimdir. Bu ilim Allah’ın nezdindedir ve ilahî kaza onda yürürlüktedir ama henüz imzalanmamıştır. Fakat kazaya dönüşüp imzalanmış ilim, Allah Rasülü’ne (s.a.a) ulaşan ve ondan sonra bize intikal eden ilimdir.”[141]

Şeyh Müfid’in inancı da şudur: “İlham yoluyla gelen ilim inkâr etmek mümkün değildir. Çünkü peygamberler ve vasilerin mucizelerinin büyük bölümü ve onlar tarafından gayptan haber verilmesi bu yolla gerçekleşmiştir.” İmamların (a.s) bütün meslekleri ve dilleri bilmesini mümkün görür. Gerçi akıl ve kıyas bakımından bu zorunlu değildir. Ama bunu tasdik eden haberler mevcuttur. Müfid, İmamların (a.s) kalpler ve kâinatla ilgili ilmini de kabul eder, ama vacip görmez. Zira imamın sıfat ve şartları arasında bu yoktur. Sadece Allah’ın lütfu ve kerametidir.[142]

Kum Ulemasının Mufavvıza’nın Fikirlerine Tepkisi

Şiiler arasından dışlanmayan Mufavvıza’nın fikirleri sonraki yüzyıllarda da devam etti. Üçüncü yüzyılın sonlarında Şia’nın asli merkezi olan Kum’da ulema, Mufavvıza’nın fikirlerine tepki gösteriyor ve İmamlara (a.s) her türlü insanüstü sıfatlar nispet edilmesine karşı çıkıyordu. Bir karar aldılar: Kim İmamlara insanüstü durumlar nispet ederse onu gulat ilan edecek ve şehirden sürüp çıkaracaklardı. Sehl b. Ziyad Âdemî[143], Ebu Sumine Muhammed b. Ali Karaşî[144], Hüseyin b. Ubeydullah Muharrir[145] ve nakildeki dikkatsizliği yüzünden ihraç edilen Ahmed b. Muhammed b. Halid Berkî gibi kişiler bunların arasındadır.

Bu cezalandırmalar, bu tür meseleleri nakledenler içindi. Fakat bu konulara gerçekten itikat edenler küfürde sayılıyordu. Hatta ölümle bile cezalandırılabilirlerdi. Bir defasında Kum halkı, bu fikirlere inanan bir raviyi katletmek istedi. Fakat onun namaz kıldığını görünce vazgeçtiler.[146] Bu olay, Kum Şiilerinin gulat ile Mufavvaza arasında fark gözetmediğini ve İmamları insanüstü varlıklar kabul eden kimselerin oruç, namaz ve diğer ibadetlerle meşgul olmadığına inandıklarını göstermektedir. Onlara göre Peygamber-i Ekrem (s.a.a) veya Eimme-i Athar’ı (a.s), ilahî mesajı tebliğle irtibatı bulunmayan şahsî işlerininin detaylarında dahi hata ve yanlışlıktan masun görenler gulattır.[147] Kum ulemasından bir kesim, hatta İmamları (a.s) şeriatı öğrenme tarzı bakımından diğer âlimler gibi görüyorlardı. Yani İmamlar da teferruat hükümleri keşfetmek için içtihada başvuruyor ve füruatı usüle arzederek ahkâma ulaşıyordu.[148]

Kum ulemasının karşısında Mufavvaza onları “mukassıra” olarak niteliyordu.[149] Bu, daha önce Osmancılara ve Emevilerin taraftarlarına atfedilen bir isimdi. Çünkü onlar, Ali’nin (a.s) makamıyla ilgili olarak saygısızlık ediyorlardı. Onların izahına göre mukassıra, İmamların (a.s) makamının hakikat ve özüne vakıf olmada aciz ve kusurluydu. Hatta bu adlandırmada Âl-i Ali’ye (a.s) zıdlık ve nâsibilik kokusu da geliyordu.[150]

Sonuç

Aktarılanlardan, Şia rivayetlerinin, çeşitli gruplara mensup ve muhtelif görüşler taşıyan raviler eliyle nakledildiği anlaşılmaktadır. Bu rivayetlerin sahih mi, zayıf mı olduklarını teşhis ederken rivayetin sâdır olduğu ortama ve ravinin itikatlarına daha fazla dikkat edilmesi gerekmektedir. Buna göre, çoğunlukla Zürâre b. A’yen, Ebu Basir, Büreyd b. Muaviye ve Muhammed b. Müslim gibi sika raviler tarafından nakledilmiş fıkıh rivayetlerinin en sağlıklı rivayetler olduğu anlaşılmaktadır. İtikatların prensipleri alanında Şia’nın kelamcı ravileri İmamlar (a.s) tarafından teyit edilmiştir ve mevcut rivayetlerin birçoğu güvenilirdir.

Halifeler ve İmamların (a.s) tarihiyle ilişkili rivayetlerin ağırlıklı kısmı Emeviler döneminden kalmış ve Emevilerin Şia’ya yoğun baskısı altında nakledilmiştir. Bu yüzden de o dönemin zulüm görmüş insanlarının arzusu, ricat ve Mehdilikle ilgili bazı rivayetlerin oluşmasında etkisiz sayılamaz. Kelam bahislerine dair sade ve basit düşünce tarzı bu rivayetlerde gözlenmektedir. Bazen kimi itikatlar sonraki dönemlerde köklü değişikliklere maruz kalıyordu. İmamet bahsinde, özellikle İmamların (a.s) makam ve faziletleri konusunda Şii rivayetler gulat ve Mufavvıza’nın düşüncelerinin etkisine maruz kalmıştır. Dolayısıyla günümüzde elimizde olan herşey, epeyce inceleme ve araştırmaya muhtaçtır.



[1]     Müderrisî Tabâtabâî, 1383, ikinci bölüm, s. 67, 120, 130 vs.

 

[2]     Meclisî, kameri 1403, c. 10, s. 220.

 

[3]     Akîlî, kameri 1418, c. 1, s. 194.

 

[4]     Zehebî, kameri 1382, c. 1, s. 379.

 

[5]     A.g.e., c. 2, s. 52.

 

[6]     Nu’mânî, kameri 1422, s. 311 ve 312, “ma câe fi zikri ceyşi’l-gadab” babı.

 

[7]     Selim b. Kays, tarihsiz, s. 212.

 

[8]     A.g.e., s. 380; Müderrisî Tabâtabâî, 1383, s. 120-122.

 

[9]     Müderrisî Tabâtabâî, 1383, s. 67.

 

[10]    Necâşî, kameri 1416, s. 11.

 

[11]    Zehebî, kameri 1382, c. 1, s. 5.

 

[12]    Müderrisî Tabâtabâî, 1383, s. 144.

 

[13]    Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 418.

 

[14]    A.g.e., s. 515.

 

[15]    Eş’arî, Ali b. İsmail, 1980, s. 22.

 

[16]    Bahru’l-Ulûm, 1363, c. 3, s. 220.

 

[17]    Allame Hıllî, kameri 1417, s. 243.

 

[18]    Müderrisî Tabâtabâî, 1368, s. 33, Keşfu’l-Kanâ’dan nakil, s. 200.

 

[19]    Tûsî, kameri 1417, s. 207.

 

[20]    Müfid, kameri 1414, “elif”, s. 67-69.

 

[21]    Müfid, kameri 1414, “be”, s. 36.

 

[22]    Müfid, kameri 1414, “elif”, s. 135.

 

[23]    Bahru’l-Ulûm, 1363, c. 3, s. 22.

 

[24]    Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 507 ve 673.

 

[25]    Bazı nakillerde Ebu Basir yerine Ebu Cafer Ahval zikredilmiştir. (Tûsî, kameri 1404, c. 1, sayı 215, 326)

 

[26]    A.g.e., c. 1, sayı 217, 219 ve 220.

 

[27]    A.g.e., s. 349.

 

[28]    Hoî, kameri 1413, c. 8, 242-253.

 

[29]    Tûsî, kameri 1417, s. 216.

 

[30]    Hoî, kameri 1413, c. 8, s. 242-252; c. 18, s. 269, bu rivayetlerin şerhinde.

 

[31]    Tûsî, kameri 1404, c. 1, s. 363.

 

[32]    Bezentî’nin İmam Rıza’dan (a.s) naklettiğine göre Hazret şöyle buyurmuştur: “علینا القاء اصول إلیکم و علیکم التفرع” (İbn İdris Hıllî, tarihsiz, s. 575).

 

[33]    Zürârî, kameri 1399, c. 1, s. 51; Tûsî, kameri 1404, c. 1, s. 347.

 

[34]    Kuleynî, 1363, c. 7, s. 95, babu mirâsi’l-vâlid mea’l-ebeveyn.

 

[35]    Tûsî, kameri 1404, c. 1, s. 400.

 

[36]    A.g.e., s. 383.

 

[37]    A.g.e., s. 425.

 

[38]    Fazl b. Şâzân, 1363, s. 17; Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 818.

 

[39]    Kuleynî, 1363, c. 1, s. 169-173.

 

[40]    Necâşî, kameri 1416, s. 11.

 

[41]    İbn Nedim, tarihsiz, s. 223.

 

[42]    Saduk, kameri 1385, c. 1, s. 204; Saduk, kameri 1379, s. 133.

 

[43]    Saduk, kameri 1385, c. 1, s. 203.

 

[44]    Seyyid Murtaza, kameri 1410, c. 1, s. 286-300; Bahrânî, kameri 1417, s. 55-63; Allame Hıllî, kameri 1405, s. 135, 180, 303 ve 379.

 

[45]    Müfid, 1414, “be”, s. 128.

 

[46]    Bu isim ona, sarraf dükkanının Kufe’nin Tâku’l-Mehâmil mahallesinde bulunmasından dolayı verilmiştir.

 

[47]    Hişam b. Hakem’in ona taktığı ve Şiiler arasında yaygın olan adıdır.

 

[48]    Necâşî, kameri 1416, s. 325; İbn Hacer Askalanî, kameri 1390, c. 5, sayı 117, s. 321.

 

[49]    A.g.e.

 

[50]    Tûsî, 1404, c. 2, s. 555.

 

[51]    A.g.e., s. 556.

 

[52]    Necâşî, kameri 1416, s. 534.

 

[53]    A.g.e., s. 433.

 

[54]    Müderrisî Tabâtabâî, 1383, s. 322.

 

[55]    Burucerdî, 1410, c. 1, s. 577.

 

[56]    Metinde “ğuluvv ve ğâliyân”

 

[57]    Maide 77.

 

[58]    İbn Mâce, tarihsiz, c. 2, s. 1008; Nesâî, kameri 1348, c. 5, s. 268; Beyhakî, tarihsiz, c. 5, s. 127.

 

[59]    Müslim, tarihsiz, c. 1, s. 386.

 

[60]    Müfid, kameri 1414, “be”, s. 131.

 

[61]    İbn Haldun, tarihsiz, c. 1, s. 198.

 

[62]    Vahid Bihbihânî, tarihsiz, s. 38 ve 39; Hâkânî, kameri 1404, s. 146-148.

 

[63]    Humeynî, tarihsiz, c. 1, s. 118; Subhanî, kameri 1414, s. 419.

 

[64]    Müfid, kameri 1414, c. , s. 296.

 

[65]    Tabii ki gulatlar Şia açısından Şiilerin parçası değildir. Ama tarihsel süreç içinde Şia toplumunun içinde gelişmiş ve Şiilerin görüşlerini etkilemiş olması nedeniyle bu kolu da burada inceleyeceğiz.

 

[66]    Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 590.

 

[67]    İbn Ebi’l-Hadid, şemsi 1378, c. 8, s. 121.

 

[68]    Tûsî, kameri 1415, sayı 2321, s. 296.

 

[69]    Tûsî, kameri 1414, s. 650.

 

[70]    A.g.e., c. 2, s. 582.

 

[71]    Bağdadî, kameri 1411, s. 223.

 

[72]    A.g.e.

 

[73]    Bağdadî, kameri 1411, s. 224.

 

[74]    Tûsî, kameri 1414, c. 2, s. 641.

 

[75]    Eş’arî, Sa’d b. Abdullah, 1963, c. 2, s. 81.

 

[76]    Bağdadî, kameri 1411, s. 224; Eş’arî, Ali b. İsmail, 1980, s. 11 ve 12.

 

[77]    Burucerdî, kameri 1411, s. 243 ve 244; Hâkânî, kameri 1404, s. 131.

 

[78]    Bağdadî, kameri 1411, s. 225; Şehristanî, tarihsiz, c. 1, s. 181.

 

[79]    Bağdadî, kameri 1411, s. 225.

 

[80]    Eş’arî, Ali b. İsmail, 1980, s. 13; Şehristanî, tarihsiz, c. 1, s. 181.

 

[81]    Bağdadî, kameri 1411, s. 225.

 

[82]    Metinde “tefviz)

 

[83]    Necâşî, kameri 1412, s. 416.

 

[84]    İbn Gazâirî, kameri 1422, s. 87.

 

[85]    Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 614.

 

[86]    Tûsî, kameri 1417, s. 251.

 

[87]    İbn Şehrâşûb, tarihsiz, s. 159.

 

[88]    İbn Davud Hıllî, kameri 1392, s. 208.

 

[89]    Allame Hıllî, kameri 1417, s. 407.

 

[90]    Tûsî, 1364, c. 7, babu’l-muhûr ve’l-ucûr, hadis 464.

 

[91]    Hoî, kameri 1413, c. 19, s. 319.

 

[92]    Tüsterî, kameri 1419, c. 10, s. 214.

 

[93]    İbn Şehrâşûb, kameri 1376, c. 3, s. 400.

 

[94]    Hoî, kameri 1413, c. 19, s. 328 ve 329.

 

[95]    A.g.e., s. 330.

 

[96]    Diyârî Bidgolî, 1384, s. 221.

 

[97]    Hoî, kameri 1413, c. 17, s. 169.

 

[98]    Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 612.

 

[99]    Müderrisî Tabâtabâî, 1375, s. 37 ve 38.

 

[100]  Saduk, kameri 1404, c. 1, s. 216.

 

[101]  Müfid, kameri 1414, s. 67.

 

[102]  Meclisî, kameri 1403, c. 25, s. 347-350.

 

[103]  Gaffâr, kameri 1415, s. 163.

 

[104]  Tûsî, kameri 1411, s. 294; Tabersî, kameri 1386, c. 2, s. 285.

 

[105]  Taberî, kameri 1413, s. 506; Hasibî, kameri 1411, s. 359; Tûsî, kameri 1411, s. 247.

 

[106]  Saffâr, 1362, s. 289.

 

[107]  Burucerdî, kameri 1410, c. 2, s. 358.

 

[108]  Tûsî, kameri 1404, c. 2, s. 615-617.

 

[109]  Saduk, kameri 1404, s. 97.

 

[110]  A.g.e., s. 100.

 

[111]  Ezelle (zilâl’in çoğulu), gölgeler manasına gelir. “Zıll-ı sokof (tavanın gölgesi)” vs. gibi. Merhum Gaffârî, ezelle kelimesine ruhlar âlemi manası vermiştir. (Kuleynî, c. 8, hadis 1, s. 6 dipnot).

 

[112]  Kuleynî, 1363, c. 1, s. 441, babu beledi’n-nebiyy ve vefatuhu.

 

[113]  A.g.e., s. 442.

 

[114]  Müfid, kameri 1404, “dal”, s. 27.

 

[115]  A.g.e., s. 28.

 

[116]  A.g.e., s. 37 ve 38.

 

[117]  Müderrisî Tabâtabâî, 1383, s. 398.

 

[118]  Fetâl Nişâbûrî, tarihsiz, c. 1, s. 298.

 

[119]  Kuleynî, 1363, c. 8, s. 295.

 

[120]  Saffâr, kameri 1404, s. 504; Kuleynî, 1363, c. 1, s. 258.

 

[121]  Müfid, kameri 1414, “elif”, s. 67.

 

[122]  Nehcu’l-Belağa, hutbe 128.

 

[123]  Ra’d 43.

 

[124]  Saffâr, kameri 1404, s. 233; Kuleynî 1363, c. 1, s. 258.

 

[125]  Bkz: İmamın İlmî Salahiyetinin Menşei bahsi.

 

[126]  Seyyid Murtaza, kameri 1411, s. 164.

 

[127]  A.g.e., s. 165.

 

[128]  A’raf 188.

 

[129]  Yunus 20.

 

[130]  Neml 65.

 

[131]  Muğniye, kameri 1399, s. 42, Telhisu’ş-Şâfî’den nakil, s. 321.

 

[132]  Tabersî, kameri 1415, c. 5, s. 352 ve 353.

 

[133]  Muğniye, kameri 1399, s. 57.

 

[134]  Saffâr, kameri 1404, s. 337; Tûsî, kameri 1414, s. 408.

 

[135]  Kuleynî, 1363, c. 1, s. 257.

 

[136]  Saffâr, kameri 1404, s. 336.

 

[137]  Hürr Âmulî, kameri 1418, c. 1, s. 394.

 

[138]  Muzaffer, kameri 1402, s. 64.

 

[139]  Cin 26.

 

[140]  Cin 27.

 

[141]  Kuleynî, 1363, c. 1, s. 256.

 

[142]  Müfid, hicri 1404, “be”, s. 67.

 

[143]  Allame Hıllî, kameri 1417, s. 357.

 

[144]  A.g.e., s. 398.

 

[145]  A.g.e., s. 339.

 

[146]  Necâşî, kameri 1416, s. 329, sayı 891, Muhammed b. Urûme Kummî.

 

[147]  Saduk, tarihsiz, c. 1, s. 359 ve 360.

 

[148]  Müfid, kameri 1414, “be”, s. 136.

 

[149]  A.g.e., s. 135 ve 136.

 

[150]  Bu meseleler Biharu’l-Envar’da (c. 26, s. 6) bilinmeyen bir metinden Selman ve Cündüb’ün Emirulmüminin’den (a.s) nakliyle aktarılmıştır.

 

Kaynakça
Akîlî, Duafâu’l-Akîlî, kameri 1418, tahkik: Dr. Abdulmu’ti Emin Kal’acî, Beyrut, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ikinci baskı.
Allame Hıllî, Hasan b. Yusuf b. Ali Mutahhar, el-Elfin fi İmameti Emirulmüminin Ali b. Ebi Talib (a.s), kameri 1405/1985, el-Kuveyt, Mektebetu’l-Elfin.
Bağdadî, Abdulkahir b. Tahir, el-Fark beyne’l-Firak, kameri 1411/1990, tahkik: Mahmud Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut, el-Mektebetu’l-Asriyye.
Bahranî, Ali b. Meysem, el-Necâh fi’l-Kıyame, kameri 1417, Mecmeu’l-Fikri’l-İslamî, Kum, Müessesetu’l-Hâdî.
Bahru’l-Ulûm, el-Fevâidu’r-Ricâliyye, 1363, tahkik ve talik: Muhammed Sâdık Bahru’l-Ulûm ve Hüseyin Bahru’l-Ulûm, Tehran, Mektebetu’s-Sâdık.
Cündî, Abdulhalim, el-İmam Caferi’s-Sâdık (a.s), kameri 1397/1977, editör: Muhammed Tevfik Uveyda, Kahire, el-Meclisu’l-A’lâ li’ş-Şuûni’l-İslamiyye.
Eş’arî Ali b. İsmail, Makâlâtu’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l-Musallîn, 1980, tashih: Hellmut Ritter, basım yeri belli değil, Cem’iyyetu’l-Müsteşrikîn el-Almaniyye, üçüncü baskı.
Fazl b. Şâzân Ezdî, el-İzâh, 1363, tahkik: Seyyid Celaleddin Hüseynî Ermevî el-Muhaddis, Tehran, Dânişgâh-i Tehran.
Fetâl Nişâbûrî, Ravzatu’l-Vâizîn, tarihsiz, mukaddime: el-Seyyid Muhammed Mehdi el-Harsân, Kum, Menşûrâtu’r-Radıyy.
Gaffar Abdurresul, Şübhetu’l-Guluvv inde’ş-Şia, kameri 1415, Beyrut, Dâru’r-Resuli’l-Ekrem, Dâru’l-Mehacceti’l-Beyda.
Hâkânî, Ali, Ricâlu’l-Hâkânî, kameri 1404, Seyyid Muhammed Sâdık, Bahru’l-Ulûm, basım yeri belli değil, Mektebetu’l-A’lami’l-İslamî, ikinci baskı.
Hasibî, Hüseyin b. Hamdan, el-Hidayetu’l-Kübra, kameri 1411/1991, Beyrut, Müessesetu’l-Belağ li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’, dördüncü baskı.
Hoî, Ebulkasım, Mu’cemu Ricali’l-Hadis ve Tafsilu Tabakâtu’r-Revah, kameri 1413/1992, basım yeri belli değil, yayıncı belli değil, beşinci baskı.
Humeynî, Ruhullah, Tahriru’l-Vesile, tarihsiz, Kum, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Hürr Âmulî, Muhammed b. el-Hüseyin, el-Fusûlu’l-Mühimme fi Usûli’l-Eimme, kameri 1418/1376, tahkik: ve edisyon: Muhammed b. Muhammed Hüseyin Kâinî, Kum, Müessese-i Meârif-i İslamî-yi İmam Rıza (a.s).
İbn Davud Hıllî, Rical-i İbn Davud, kameri 1392/1972, tahkik ve takdim: Seyyid Muhammed Sâdık Âl-i Bahru’l-Ulûm, el-Necefu’l-Eşref, Matbaatu’l-Haydariyye.
İbn Ebi’l-Hadid, Şerhu Nehci’l-Belağa, kameri 1378/1959, tahkik: Muhammed Ebulfazl İbrahim, basım yeri belli değil, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye.
İbn Gazâirî, Ahmed b. Hüseyin b. Ubeydullah Gazâirî Vâsıtî Bağdadî, Rical-i İbnu’l-Gazâirî, kameri 1422/1380, tahkik: Seyyid Muhammed Rıza Celâlî Hüseynî, Kum, Dâru’l-Hadis.
İbn Haldun, Tarih-i İbn Haldun (Kitabu’l-İber ve Divanu’l-Mübteda ve’l-Haber fi Eyyami’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve min Âsirihim min Zevi’s-Sultani’l-Ekber), tarihsiz, Beyrut, Dâru İhyai’t-Turâsi’l-Arabî.
İbn Hanbel, Ahmed, Müsned-i Ahmed, tarihsiz, Beyrut, Dâru Sâdır.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sünen-i İbn Mâce, tarihsiz, tahkik, noktalama ve talik: Muhammed Fuad Abdulbâki, yayın yeri belli değil, Dâru’l-Fikr li’t-Tabâa ve’n-Neşri ve’t-Tevzi’.
İbn Sa’d, Muhammed b. Sa’d, el-Tabakatu’l-Kübra, tarihsiz, Beyrut, Dâru Sâdır.
Kuleynî, Muhammed b. Yakub, el-Kâfî, 1363, tashih ve talik: Ali Ekber Gaffârî, Tehran, Dâru’l-Kütübi’l-İslamiyye, beşinci baskı.
Lâlâyî, Ruzeyne R., el-Fikru’ş-Şiî el-Mübkiri Teâlimi İmam Muhammed Bâkır, 2004, basım yeri belli değil, Dâru’s-Sâkî bi’l-İştirak mea Muahhidi’d-Dirâsâti’l-İslamiyye.
Meclisî, Muhammed Bâkır, Biharu’l-Envar, kameri 1403/1983, Beyrut, Müessesetu’l-Vefa, ikinci baskı.
Muğniyye, Muhammed Cevad, el-Şia fi’l-Mizan, kameri 1399/1979, Beyrut, Dâru’t-Teâruf li’l-Matbûât, dördüncü baskı.
Muzaffer, Muhammed Hüseyin, İlmu’l-İmam, kameri 1402/1982, Beyrut, Dâru’z-Zehra li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’.
Müderrisî Tabâtabâî, Seyyid Hüseyin, Mekteb der Ferâyend-i Tekâmül, 1375, tercüme: Haşim İzdîpenah, basım yeri belli değil, yayıncı belli değil.
Müderrisî Tabâtabâî, Seyyid Hüseyin, Miras-i Mektûb-i Şia ez Se Karn-i Nehostin-i Hicrî, defter-i evvel, 1383, tercüme: Seyyid Ali Karâî, Resul Caferiyân, Kum, Kitabhâne-i Tahassusî-yi Tarih-i İslam ve İran.
Müfid, Muhammed b. Muhammed b. Nu’man İbnu’l-Muallim ,Evâilu’l-Makâlât, kameri 1414/1993, tahkik: İbrahim Ensarî, Beyrut, Dâru’l-Müfid li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’, ikinci baskı.
Müfid, Muhammed b. Muhammed b. Nu’man İbnu’l-Muallim, el-Mesâilu’l-Akberiyye, kameri 1414/1993, tahkik: Ali Ekber İlahî Horasanî, Beyrut, Dâru’l-Müfid li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’, ikinci baskı.
Müslim Nişâbûrî, Sahih-i Müslim, tarihsiz, Beyrut, Dâru’l-Fikr.
Nehcu’l-Belağa (İmam Ali’nin -a.s- hutbeleri), tarihsiz, tahkik: Şeyh Muhammed Abduh, Beyrut, Dâru’l-Ma’rife.
Nesâî, Sünen-i Nesâî, kameri 1348/1930, Beyrut, Dâru’l-Fikr li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’.
Nu’manî, Muhammed b. İbrahim, Kitabu’l-Gaybe, kameri 1422, tahkik: Fâris Hasûn Kerim, Kum, Envaru’l-Hüda.
Saduk, Muhammed b. Ali, İlelu’ş-Şerâi’, kameri 1385/1966, takdim: Seyyid Muhammed Sâdık Bahru’l-Ulûm, el-Necefu’l-Eşref, el-Mektebetu’l-Haydariyye.
Saduk, Muhammed b. Ali, Meâni’l-Ahbar, kameri 1379/1338, tashih ve talik: Ali Ekber el-Gaffârî, Kum, Müessesetu’n-Neşri’l-İslamî el-Tâbiatu li-Cemâati’l-Müderrisin.
Saffâr, Muhammed b. Hasan, Besâiru’d-Derecât, kameri 1404/1362, tashih, talik ve takdim: Hac Mirza Hasan Kûçe Bâğî, Tehran, Menşurâtu’l-A’lemî.
Seyyid Murtaza, İlmülhüda Ali b. Hüseyin Musevî Bağdadî, el-Şâfi fi’l-İmame, kameri 1410, Kum, Müessesetu İsmailiyyan, ikinci baskı.
Subhanî, Cafer, Külliyat fi İlmi’r-Rical, kameri 1404, Kum, Müessesetu’n-Neşri’l-İslami el-Tâbia li-Cemâati’l-Müderrisin, üçüncü baskı.
Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, tarihsiz, tahkik: Muhammed Seyyid Kilanî (Macestir min Külliye Âdâbu Câmiati’l-Kahire), Beyrut, Dâru’l-Ma’rife.
Taberî, Muhammed b. Cerir Rüstem (el-Şiî), Delâilu’l-İmamet, kameri 1413, tahkik: Kısmu’d-Dirâsâti’l-İslamiyye Müesseseti’l-Bi’se, Kum, Merkezu’t-Tabâa ve’n-Neşri fi Müesseseti’l-Bi’se.
Tûsî, Muhammed, el-Emâlî, kameri 1414, tahkik: Kısmu’d-Dirâsâti’l-İslamiyye Müesseseti’l-Bi’se, Kum, Dâru’s-Sekâfe li’t-Tabâa ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’.
Tûsî, Muhammed, İhtiyaru Ma’rifeti’r-Rical, kameri 1404, tashih ve talik: Mir Damad el-Esterâbâdî, tahkik: el-Seyyid Mehdi el-Recaî, Kum, Müessesetu Âl-i Beyt (a.s) li-İhyai’t-Turâs.
Tüsterî, Muhammed Takî, Kâmusu’r-Rical, kameri 1419, basım yeri belli değil, Müessesetu’n-Neşri’l-İslamî, el-Tâbia li-Cemâati’l-Müderrisin.
Vahid Bihbihânî, Muhammed Bâkır, el-Fe­vâidu’r-Ricâliyye, tarihsiz, basım yeri belli değil, yayıncı belli değil.
Zehebî, Şemsuddin Ebu Abdullah, Seyru A’lâmu’n-Nubelâ, kameri 1413/1993, editör ve tahric: Şuayb el-Ernevu, tahkik: Hüseyin el-Esed, Beyrut, Müessesetu’r-Risale, yedinci baskı.