Abdullah Bosnevî Efendi (ö. 1054/1644) ve “Sırr-ı Yakin” Risalesi

Document Type : Original Article

Abstract

Özet
Abdullah Bosnevî, Balkanlarda İslam kültürünün yayılması üzerine büyük etkisi olmuş hicri on birinci asrın âriflerindendir. Nazari irfan sahasında, içlerinde en önemlisi Füsus şerhi olan çok sayıda eserin sahibidir. Sırr-ı Yakin risalesini;
وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین
“Yakine ulaşıncaya dek,Rabbine ibadet et.”
Ayet-i şerifesini tefsir etmek üzere kaleme almış, eserde makam-ı Ahmedi ve yakinin manalarından bahsetmiş ve yakinin ölüm manasına geldiği görüşünü reddederek Şeyh’in Menakıbu’l-Ârifin kitabındaki iddialı sözlerine istinat edip, yakini, kadimin müşahede-i aynı manasında tefsir etmiştir.

Keywords


Article Title [Persian]

Abdullah Bosnevî Efendi (ö. 1054/1644) ve “Sırr-ı Yakin” Risalesi

Abstract [Persian]

Özet
Abdullah Bosnevî, Balkanlarda İslam kültürünün yayılması üzerine büyük etkisi olmuş hicri on birinci asrın âriflerindendir. Nazari irfan sahasında, içlerinde en önemlisi Füsus şerhi olan çok sayıda eserin sahibidir. Sırr-ı Yakin risalesini;
وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین
“Yakine ulaşıncaya dek,Rabbine ibadet et.”
Ayet-i şerifesini tefsir etmek üzere kaleme almış, eserde makam-ı Ahmedi ve yakinin manalarından bahsetmiş ve yakinin ölüm manasına geldiği görüşünü reddederek Şeyh’in Menakıbu’l-Ârifin kitabındaki iddialı sözlerine istinat edip, yakini, kadimin müşahede-i aynı manasında tefsir etmiştir.

Keywords [Persian]

  • Abdullah
  • Bosnevî
  • Efendi
  • Sırr-ı Yakin
  • Risale

Mukaddime

Hayatımızın tüm boyutlarının yabancıların etkisi altında kaldığı ve yeni neslin, Batılı enformasyon ve medyanın hücumuna hedef olduğu bir çağda yaşıyoruz. Bu şartlarda İslamî birikimin ihyası tahkik ve araştırma ehlinin en önemli vazifelerinden olmaktadır. Balkanlar bölgesi günümüz koşullarında diğer Müslümanlardan daha fazla siyasi, iktisadi ve kültürel sorunlarla ve iç savaşlarla karşı karşıyadır. Gerçi onların çoğu yazarı, Boşnakça, Sırpça, Hırvatça, Arnavutça gibi muhtelif Balkan dillerinde Balkanların ilmî ve dinî şahsiyetlerini tanıtan değerli araştırmalar gerçekleştirmişlerdir (Safvet-beg Basagic, Bosnjaci I Hercegovci u Islamskoj Knjizevnosti, Sarajevo, 1986, 82-90), ama bugünkü şartlar, Balkan Müslümanlarının dinî ve fikrî düşüncelerinin yeniden ihya edilmesine olan ihtiyacı diğer zamanlardan daha fazla hissettirmektedir (Bkz: Usûlu’l-Hukm fi Nizami’l-Âlem, yazarın mukaddimesi, s. 1).

Bosna Hersek’in fikrî şahsiyetlerinin en önemlilerinden biri, İslam akaidinin yayılması ve İslamî varoluşun müdafaasında önemli rol oynamış, Füsus şârihi olarak meşhur Şeyh Abdullah Efendi Bosnevî’dir. Tefsir ve İslamî irfan sahasında çok sayıda telifi vardır. İslam tarihi ve medeniyetine Avrupa’nın kalbinde altın sayfalar eklemiş, Bosnalı yeni Müslümanlar arasında dini tebliğ ve tespit etmede en büyük rolü üstlenmiştir. Bu şahsiyetin Farsçaya tercüme edilmiş en önemli eserleri arasında “Sırr-ı Yakin fi Tefsiri Kavlihi Teala: Va’bud rabbeke hattâ ye’tiyekel yakîn” risalesi vardır. Bu risale hicri on birinci yüzyılda yazılmıştır ve Prof. Reşid Hafızoviç’in lütfuyla görsel kopyası bu makalenin yazarlarına ulaşan eserin müellifin el yazısıyla olan tek nüshası Türkiye’de bulunmaktadır. Bu irfan-tefsir risalesinin önemi, Bosnalı yazarın çok güzel ve fasih bir nesri olması, İslam irfanının prensiplerine uygun yüksek muhtevaya sahip bulunmasındadır.

Abdullah Bosnevî Efendi’nin Hayat Hikâyesi

Abdullah Bosnevî Bayramî[1] Osmanlı uleması arasında “Şârihu’l-Füsus” ve Bosna halkı arasında “Gâibî” olarak şöhret bulmuştur. Muhibbî Hulasatu’l-Eser’de, Hanecî el-Cevheru’l-Esnâ’da, Hayruddin Zerkelî el-A’lâm’da (el-A’lâm, c. 4, s. 101-102), Hacı Halife Keşfu’z-Zünûn’da (Keşfu’z-Zünûn, s. 1263) ve İsmail Paşa Bağdadî Hediyyetu’l-Ârifin’de (Hediyyetu’l-Ârifin, c. 1, s. 476) onun hayatının bir parçasını açıklamışlardır.

Hacı Halife, Keşfu’z-Zünûn kitabında onu “şârihu’l-füsus” olarak adlandırmıştır. Muhibbî Hulasatu’l-Eser’de onu Abdullah Rumî, Rum ulemasından ve hakku’l-yakîne vasıl olmuş meşhur büyüklerden biri şeklinde tanıtmıştır.

Kendisi Bosna’da doğdu. Mukaddime ilimlerini doğduğu şehirde, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi yüksek ilimleri de İstanbul’da tahsil etti. Tahsilini tamamladıktan sonra Bursa’ya gitti. Orada dönemin ileri gelen, ikinci dönem Bayramî Melâmî şeyhlerinden Hasan Kabâdûz’a (ö. 1010/1601) intisap etti. Onun irşatları ile büyük manevî mertebelere nail oldu ve kendisini yetiştirdi. Bu arada Halvetî meşayi-hinden Şeyh Abdülmecit Halvetî’den de feyz aldı.

Abdullah Efendi, aklî ve naklî ilimlerin tamamında yüksek dereceye ve üst makama nail olmuş bir âlimdi. Rum’da doğmuş, orada büyümüş, büyük âriflerden istifade etmiş, hırka giymiş, Kur’an ilimlerini öğrenmiş ve tüm ilimlerde emsalleri ve çağdaşlarından üstün olmuştur. Hicri kameri 1046 yılında Medinetu’n-Nebi’yi ziyaret etti. Ünlü ârif Salim b. Ahmed Şeyhan bâAlevi Hüseynî’yi ziyaret etmek arzusundaydı. Ama o, Abdullah Efendi’nin Mekke’ye varmasından birkaç gün önce oradan ayrılmıştı. Abdullah daha sonra Mısır ve Şam’a gitti ve oraların ulemasıyla görüştü. Diğer İslam beldelerinde de şöhret buldu ve İslam devletlerinin büyükleri nezdinde yüksek mevki edindi.

Talebeleri arasında Şeyh Garsuddin Hüseyni, Şeyh Muhammed Mirza Dımeşki Sufi, Şeyh Muhammed Mekki Medeni ve Seyyid Muhammed İbn Ebi Bekr Kaud’a işaret edilebilir.

Bosnevi, çok sayıda telifi tanzim etti. Bunların en önemlileri ve en meşhurları şunlardır:

Şerhun ale’l-Füsûsi Muhyiddin Arabî, İbn Fârid’den el-Tâiyye’ye şerh, Garsuddin Hüseyni’den Şerh alâ Nazmi Meratibi Vücûd ve Cebelî, Risaletu fi Tafdili’l-Beşer ale’l-Melek.

Bu ârifin hayatında meydana gelen ilginç tesadüflerden biri, Mekke’de oturan Seyyid Abdurrahman b. Ahmed Mağribi’yle görüşmesidir. Abdullah Bosnevi Konstantiniyye’ye gittiğinde söz konusu Seyyid’den yanına gidebilmek ve teşekkür etmek için izin istedi. Seyyid Abdurrahman ona izin vermedi ve bu durum defalarca tekrarlandı. Bir gün bineğine atladı ve Seyyid’in izni olmaksızın yanına gitmeye karar verdi. Ama Seyyid’in evine ulaştığı ve bineğinden aşağı indiğinde ayağı burkuldu ve kırıldı. Böylece Seyyid’in kerameti ona aşikar oldu.

Abdullah Efendi 1054 yılında hacdan döndükten sonra Konya şehrinde vefat etti ve Sadreddin Konevi’nin yakınına defnedildi. Kabrinin üzerine bir kubbe inşa edildi.

Yazmış Olduğu Eserler

1. Türkçe Füsûsu’l-Hikem şerhi.

2. Arapça Füsûsu’l-Hikem şerhi.

3. Metaliu’n-Nûri’s-Seni el-Mebni an Tahareti Nesebi’n-Nebiyyi’l-Arabi.

4. Şerhu’t-Tâiyyeti’l-Kübra.

5. Mevâkıfu’l-Fukara.

6. Hakikatu’l-Ayn.

7. Risaletu Hadarâti’l-Gayb.

8. Tecelliyu’n-Nûri’l-Mubin fi Mir’âti İyyake Na’budu ve İyyake Nestaîn.

9. Risale fi Tefsiri Nûn ve’l-Kalem.

10. Risale fi’l-A’yâni’s-Sâbe.

11. Risale fi Şerhi’l-Hamdi lillahi ellezi Evci el-Eşyai’l-Adem.

12. Risale fi Tafdili’l-Beşer ale’l-Melek.

13. el-Vusûl ile’l-Hadrati’l-Cem’în.

14. Şerhu Hal’i’n-Na’leyn fi’l-Vusûl ila Hadrati’l-Cem’în.

15. Hal’u Na’leyn.

16. Şerh ala Nazmi Meratibi’l-Vücûd, Garsuddin Halili’den.

17. Terşihat’ın Türkçe tercümesi.

18. Türkçe Gülşen-i Râz-i Ârifan fi Beyani Usûli Râh-i Ârifan.

19. Ceziretu Mesnevi.

20. Risale fi’t-Tarikati’l-Bayramiyye.

21. Şerhu’l-Kelami’l-Mueyyidi’l-Cundi fi Evaili Şerhi’l-Füsûs.

22. Cilau’l-Uyûn fi Şerhi Kadiseti’ş-Şeyh Abdulmecid el-Sivasî.

23. el-Yedu’l-Ecved fi İstilami’l-Haceri’l-Esved.

24. Şerh Rabbi Yessir ve la Tuassir.

25. el-Burhanu’l-Celi ve hüve Tefsiru Kavlihi Teala: “li-Nasrifu anhu’s-Sûe” fi Sureti Yusuf.

26. Risale fi Temsili Cebrail fi Sureti’l-Beşer.

27. Risale Uhrâ fi Haze’l-Ma’ni bi’t-Turkiyye.

28. Tefsiru Sureti Ve’l-Asr.

29. Risale fi’n-Neş’eti’l-İnsaniyye.

30. Tefsiru Kavlihi Teala: “Hatta iza belağa mağribeş-şems”.

31. el-Münacât.

32. Kitabu’l-Kurra el-Ruhiyyi’l-Memdud li’l-Edyafi’l-Vâridin min Meratibi’l-Vücûd.

33. Kitabu’l-Mufâdileti’l-Esma beyne Efdale’l-Beşer ve’l-Melâi’l-A’lâ.

34. Kitabun Munteha Mekasidu’l-Kelimât ve Mubteği Teveccehu’t-Taayyunât fi Beyani Ekmeli’n-Neş’et.

35. Ref’u’l-Hicab fi İttisali’l-Besmele bi-Fâtihati’l-Kitab.

36. Kitabu’l-Müsteva el-A’lâ fi’ş-Şerabi’l-Ehalli fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Ve kâne arşuhu ale’l-mâi”.

37. Tefsiru Sureti Ve’l-Âdiyât.

38. el-Evbetu fi Beyani’l-Enab ve’t-Tevbe.

39. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Hatta iza’s-Teyese’r-Rusül”.

40. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Ve levla en Yekûne’n-Nâsu Ümmeten Vâhideten”.

41. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Hüve’llezi halaka’s-semâvâti ve’l-ardi fi sitteti eyyam”.

42. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Ve lekad erselnâ Mûsa bi-âyâtina”.

43. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Ve lein ezakna’l-insane minna rahmeten”.

44. Risale fi Tefsiri Kavlihi Teala: “Katele’l-insanu ma ekferehu” (veya Keşfu Esrari’l-Berre).

45. el-Lübab fi Beyani’l-Ekli ve’ş-Şurbi.

46. Ruhu’l-Mütâbiatu fi Beyani Şurûti’l-Mübâyiati.

47. Keşfu’s-Sır el-Mübhem fi Evveli Sureti Meryem.

48. Lübbü’n-Nevât fi Hakikati’l-Kıyam.

49. el-Dürrü’l-Manzum fi Beyani Sırri’l-Ma’lum.

50. Kitabu’l-Gufri’l-Mutlak inde Zehab Âlemi’l-Fark.

51. Risale fi Kavli’l-Cüneyd.

52. Tezyîl fi Münazaati İblis li-Sehli b. Abdillah el-Tüsteri.

53. Tahakkuku’l-Cüz bi-Sûreti’l-Küll ve Zuhuri’l-Fer’i ale Sûreti’l-Asl.

54. Kitabu’n-Nüfûsi’l-Vâridât fi Şerhi Evveli’l-Fütûhat.

55. Ziyau’l-Lümem ve’l-Berku fi Hadrati’l-Cem’ ve’l-Fark.

56. el-Keşf ani’l-Emr fi Tefsiri Âhiri’s-Sûreti’l-Haşr.

57. Kitabu’l-Enfasi’l-Mekkiyyeti’r-Ru­miyye fi Teneffusi’l-Fevâihi’l-Bâkıyye.

58. el-Kenzu’l-Mahtum fi Teb’iyyeti’l-İlmi’l-Ma’lum fi’r-Reddi ala Abdilkerim el-Cîlî el-Merhum.

59. Sırru’l-Kelimeteyn fi Mutabakati Hurûfi’l-Şehadeteyn.

60. Mekasıdu Envar Ayniyye ve Mesâidu Ervahi Tayyibe Gaybiyye.

61. Şerhu Beyti’l-Mesnevi: Goft el-ma’na hüvellah şeyh-i din bahr-i ma’nihâ-yi rabbu’l-âlemin.

Muhammed Hanciç el-Cevheru’l-Esna kitabında onun 61 eserine işaret etmiştir. (el-Cevheru’l-Esna,ş s. 97-98).

Sırr-ı Yakîn Risalesi

Halil b. Ahmed Ferâhidî (hicri 100-175) el-Ayn kitabında “yakîn”in lugat manası hakkında şöyle yazar:

“Yakîn, ilim, şüpheyi ortadan kaldırmak ve bir şeyi tahkik etmek anlamına gelir. Yakîn, şüphenin zıddı ve ilim, cehaletin zıddıdır. Kur’an-ı Kerim’de إِنَّهُ لَحَقُّ الْیَقِینِ
denmiştir. Hak, yakîne izafe edilmiştir ve bir şeyin kendisine izafe türünden değildir. Çünkü hakikat yakînden başka bir şeydir ve hakikat, yakînin halis ve saf halidir. Dolayısıyla hakku’l-yakîn, parçanın bütüne izafesi türündendir. Ayetteki (وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین) yakîn de ölüm manasındadır.” (Kitabu’l-Ayn, c. 5, s. 457).

Tehzibu’l-Luga kitabında Ezherî de (hicri 282-380) yakîni kuşkuyu ortadan kaldırmak ve bir şeyi tahkik etmek manasında kabul etmiştir (Tehzibu’l-Luga, c. 9, s. 325). Firuzâbâdî el-Kamusu’l-Muhit kitabında (el-Kamusu’l-Muhit, c. 4, s. 28) ve Allame Ebu’l-Fadl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem b. Manzur Lisanu’l-Arab kitabında (Lisanu’l-Arab, c. 13, s. 220) aynı tarifi tekrarlamıştır.

Zübeydî Tâcu’l-Arus’ta yakînin lugat manasına dair şöyle yazar: “Yakîn ölüm manasına gelir. Çünkü can sahibi her varlık, hiç şüphe ve tereddüt olmaksızın sonunda dâr-ı fâniye veda edecektir.” Beydavî’nin sözüne istinatla yakînin ölüm manasında kullanılmasını mecazi kabul etmemiştir (Seyyid Murtaza Zübeydî, Tâcu’l-Arus, yakîn maddesi).

Kelamcılar ve filozoflar da yakîni
“الیقین هو التصدیق الجازم المطابق الثابت” veya “هو اعتقاد الشیء بأنه لا یمکن الا کذا مطابقاً للواقع غیر ممکن الزوال”
saymıştır.

Dolayısıyla yakîn, öncelikle bir şeyi tasdik türündendir. İkincisi, gerçeğe uygundur. Bu sebeple gerçeğe uymuyorsa cehl-i mürekkep sayılır. Yani eğer bir kimse “Güneşin soğuk olduğuna yakînim var” derse bu yakîn, kelamcıların ve filozofların örfünde kelamî yakîn değildir.Üçüncüsü, zeval bulacak bir şey değildir. Zira kelamcılar ve filozoflar açısından sadece mukallidin itikadı kuşku karşısında zeval bulabilir. Dolayısıyla mukallidin itikadına yakîn atfedilmez.

İrfan Kaynaklarında Yakîn

Sülemî (vefatı hicri 412) Tabakâtu’s-Sufiyye kitabında (Tabakâtu’s-Sufiyye, s. 139) şöyle rivayet etmiştir:

“الیقین نور یجعله اللّٰه فی القلب العبد حتی یشاهد به امور آخرته و یخرق بقوله کلّ حجاب بینه و بین ما فی الآخرة حتی یطالع تلک الأمور کالمشاهد لها”

“Yakîn, Allah’ın, ahiretini müşahede etmesi ve onun kuvvetiyle kendisiyle ahireti arasındaki her hicabı kaldırmasını sağlamak üzere kulunun kalbine yansıttığı nurdur.”

Sırr-ı Yakîn Fi Tefsiri Kavlihi Teâla: “وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” Risalesi

Telif: Abdullah Bosnevî Efendi

Kibriya sahasının sübhanı, veçhinin şühudunda hayrete düşüp hayran olunan âlemlerin Rabbine hamd ile tesbih, arz-ı beyza sahasında ervahtan mele-i a’lâya kadar mukaddeslerin O’nun cemalinin tecellisinde mest ve meskur oldukları hâlikların en güzelini cemil senayla takdis, şühud ve ayan meydanının şehsuvarı ve azimet semendini[2] kurb ve edna sahrasına, lâ mekan ve amma fezasına süren, öyle ki Cebrail’in kanatları onunla kanatdaşlıktan düşmüş ve Hayzum’unun[3] ayağı o alanda kaymış, izzet nurlarının hüzmelerinden sarsıntıya uğramış, oracıkta kalakalmış, mekansızlığın zirvesindeki şahbaza ve o Hazret’in cenahında şühud ve yakîn makamında, ayan mertebesinde oturmaya erişmiş Âline ve mümtaz ashabına salat ve selam olsun.

Emma ba’d: Şeyh Abdurrahman Câmî -rahmetullahi aleyh- Nefehât-i Üns kitabında büyük âriften, Şeyh Cemaleddin Bâkilnecar’ı kasdediyorum, kudsün şahbazlarının menkıbelerini beyan ederken onun şöyle dediğini nakletmiştir: Allah Teala’nın “وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” kavlinin tefsirinde ayn-ı kadimin ayânı dışında yakîn yoktur. Bazı din ihvanı, şühud ve yakîn taliplileri bu mukaffel[4] mahal ve sırr-ı mücmeli bize getirdiler, onun şerh ve izahına iltimas ettiler. Kendilerinin iltimasına muvaffak olarak, melek-i rahmanın yardımıyla bu mahalli izah ve “وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” in bazı manalarını ifsah ettik. Bu risaleye de Sırr-ı Yakîn fi Tefsir Kavlihi Teala
“وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” adını koyduk. Ve billahi’t-tevfik.

Bil ki, ey yakîn ve şühudun talibi ve ey cem’-i vücud deryasının müstefizi:

“ایدک اللّٰه بنور القدس و الأنس و رفع عن عین البصیرة أغطیة أمور الکون و الحس”.

Nitekim mezkur Şeyh der ki, bu ayetteki yakînden ilahi murad, vech-i kadimin, mucid-i kadimin zâtıyla ve vücud- i kadimle ayan olması olmasından başka bir şey değildir. Yani vech-i kadimin şühudundan ibarettir, başka bir manaya gelmemektedir. Bu da, mümkün şeylerin köleliğinden ve kevnlerin sıfat kaydından hürriyete kavuşmuş, onun zât sıfatı olan tam ibadete ve mahza ubudiyyete uyumlu hale gelmiş o kulun ibadetinin sonucudur.

Ey gönlü aydınlık aziz ve ey makbul dost, biliyorsun ki Allah azze ve celle ins ve cinni ibadet için yarattı. Nitekim Kitab-ı Mecid’de “و ما خلقت الجنّ و الانس الّا لیعبدون” buyurmaktadır ve ibadetten ilahi murad da vech-i hakkı şühuddur. Nitekim “وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” buyrulduğu gibi. O halde ibadetten maksat, vech-i hakkı şühuddur. Hakkı şühuda yol açan ibadet ise nefis, ruh, kalp, akıl ve cismin tamamı, insanî bütün organ, uzuv ve kuvvetlerin toplamı olan, o halde her uzuv ve organının kendine has bir amel için yaratıldığı kul, onları o iş için kullanmalı; tüm isimlerin feyz masdarı, her durum ve eşyanın mercei ve masiri olan uluhiyyet hazretine uzuv ve kuvvetlerinin tamamını müteveccih ve meşgul etmeli; o raddeye varmalı ki, varlığını, kuvvet ve uzuvlarıyla zulmani tabiat ahlakından ve imkaniyye sıfat ve hallerinden kurtarmalı; o hazretin teveccüh ve mülazemetinde, sıfatlarını küllen mahvedecek ve kendi sıfatları yerine hakkın sıfatlarını geçirecek şekilde devam etmelidir. Bu mertebeye, nafilelerin kurb mertebesi adını verirler. Bu mertebede kulun sıfatları fâni olmakta, onun zâtından ibaret olan kendisi baki kalmaktadır. Nitekim Allah Teala’nın “حَتَّى یَأْتِیَکَ” kavlindeki hitap “kâf”ı, kulun zâtından ibaret “kâf” olduğuna delalet etmektedir. Öyleyse kulun memur edildiği ibadetten maksat, yakîn ve şühuda yol açan ve kerem hazinelerinin fethine sebep olan ibadettir. Varlığını, kevnî sıfatlar ve ahlaktan şu unsur kalıbına indirip bu beşeri surete inzal ederken muttasıf olduğu imkaniyye engelleri ve mertebelerinden mücella ettiği ve istidat ve kabiliyet kemaliyle zâtını ilahi sıfatlar ve gaybi feyizlerle muhalla kıldığı; kendi sıfatlarını mahvetmekten ibaret olan ubudiyyetin gayesiyle muttasıf olduğu; yaratılmasından ilahi kasıt, uluhiyyet hazretinde vuku bulan esmanın cem’i suretinde tecellisi için olduğu yere yardım alarak vardığında istidat haline geldiği zaman, bu yakîn, kulu hâsıl eder. Şu halde, istidat tamamlandığında Allah Teala, kabiliyetinin ayn aynasında kendi vechiyle tecelli eder; yahut o kulun mazharından o tecelliyi onun varlığının ayn mir’atına tecelli ettirir; veya uluhiyyet hazretinden istidat ve kabiliyetin kemaliyle intiba vechiyle kulun aynasına ya da kulun ihdasıyla o tecelliyi hayal hazretinde. Tıpkı kâmil kulun namazda hak ile kemal huzurla ihsan ve şühud rütbesine erişmesi ve hakkı tahayyül vechiyle hayal hazretinde müşahede etmesi, bunun üzerine “ایاک نعبد و ایاک نستعین” kavlindeki hitap “kâf”ıyla ona hitap etmesi gibi. Nitekim hadiste “الإحسان أن تعبد اللّٰه کأنّک تراه”
geçmektedir. Feefhem.

Bil ki yakînin oluşması, onun dört mertebesinin haysiyetiyle dört rükundan münteşir olmuştur: Biri ilim, ikincisi ayn, üçüncüsü hak ve dördüncüsü hakikat.

“قال رسول اللّٰه صلی اللّٰه علیه و سلم إنّ لکل حق حقیقة و قد ثبت حقّ الیقین فلابدّ لهذا الحق من حقیقة وهی حقیقة الیقین”

Bu cihetten sonra yakînin hakikati dördüncü rükun olmalıdır. Lâkin hakikat-i seniyyedir ve geriye kalan üç rükun. O halde bu büyük ârif nezdinde, yani Şeyh Cemaleddin Bâkilnecar’ı kasdediyorum, yakînden murad ilmu’l-yakîn değildir. Çünkü ilmu’l-yakîn, müminin iman mertebesinde olur ve nebinin de muhbir melekin haberi. Bu mertebe haber mertebesidir, şühud mertebesi değildir. Bilakis murad, kulun o mertebede şühud sahibi olduğu aynu’l-yakîndir, ibadette terakki ve mahza ubudiyyetin tahakkuku itibariyle hakku’l-yakîni de, hakikat-i yakîni de kapsar. Öyleyse yakîni, “ayn-ı kadimin ayanı, vech-i kadimin şühudu hariç yakîn yoktur”a tahsis etti. Bu ayet-i kerime ve ondan önce geçen ayetler, Seyyidimiz Mustafa (s.a.a) hakkında nazil olmuştur.
“حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” kavlindeki yakîn lafzı mutlak gelmiştir. Çünkü “kâf” Rasül’e (s.a.a) hitaba işaret etmektedir ve onun şühudu, esmadaki ilahi ilmin suretlerini ve imkaniyyedeki aynî mazharın sadrını şâmildir. Zira Allah’ın Rasülü ve Allah’ın halifesidir. Şu halde onun hakkında hâs olan bu iş, ondan evvelkinin âmm olmasıdır.

Bunun gibi, yakîn lafzı, yakînin dört rüknünü eşit seviyede kapsamaktadır. Çünkü mutlaktır, mukayyed değildir. Yakînin dört nevi Mustafa hakkında sahihtir. Zira o, rasül, nebi ve velidir. Şu halde, علم ان یملک muhbir ve haberinin dayandığı, muhbirin haberinin Mustafa’yı -aleyhisselam- hâsıl ettiği risalet ve nübüvvet işlerinden her biri ilmu’l-yakîndi ve böylelikle hakkın vechini şühud olan aynu’l-yakîn, hayal hazretinde ve bu şühud, nafileler kurbu mertebesinde kulun sıfatlarının fenâ olmasıyla hâsıldır. Aynı şekilde yakîn mertebesi de Mustafa’nın içe kapanma mertebesinde. Ehadiyyet ve amma hazretinde ve kâb-ı kavseyn kurbuna katılma mertebesinde ednâ, onun kendine hâs hakikatidir. Velakin Allah Teala bu yakîni ibadete taalluk ettirmiştir. Öyleyse burada onun hakkında doğru yakîn olmamaktadır. Bilakis onun ibadetinin semeresi olan aynu’l-yakîndir. Yine onun ubudiyyet mertebelerini geçmesi ve ubudiyyetin hakikatine tahakkuku itibariyle hakku’l-yakîn ve hakikat-i yakîn olur.

Şu halde, yakîn mertebelerinden ilm-i yakîn olan birinci nev, nübüvvet ve risaletin iktiza ettirdiklerindendir. Üçüncü nev, nübüvvet ve risaletin gereklerinden değildir. Bilakis müşriklerin istihzasından kaynaklanan hüzün ve ıstıraptan, göğsün sıkışması ve ateş basmasından kurtulup mutluluk, huzur ve rahatlamanın hâsıl olduğu ve kendisiyle yakînin keşfedildiği velayetinin gereklerindendir. Çünkü nübüvvetin rütbesi ve davetin mansıbı onu iktiza eder. Öyleyse Allah Teala, ona müşriklerin laflarından hüzünlenmekten kurtarıp huzur verirken ve münafıkların ahvalinin iç daraltmasından göğsünü ferahlatırken şöyle buyurmaktadır:

“و لقد نعلم انک یضیق صدرک ممّا یقولون و سبّح بحمد ربّک و کن من السّاجدین و اعبد ربّک حتی یأتیک الیقین”

Şu halde yakîn mertebesinin birinci nevi, nübüvvet cihetiyle Mustafa’ya -aleyhisselam- mahsustur. Mesela “انّا کفیناک المستهزئین یجعلون مع اللّٰه إلها آخر فسوف تعملون” ayeti muhbir melek vasıtasıyla nazil olduğunda onların tepetakla ve helak olmasından önce onların helak olacağını ilmu’l-yakîn biliyordu. Çünkü helak etme Hakkın fiilidir ve Hak, onların helak olacağını haber vermiştir. Rasulün (s.a.a) memur edildiği ve Allah’ın yakîni bahşetmeyi ona bağladığı tesbih, secde ve ibadet ise Rasulün fiilidir. O halde tespih, secde ve ibadet Rasulden -aleyhisselam- hâsıl olduğu ve ona yakîn geldiğinde o yakîn, aynu’l-yakîn idi ve yakînin mertebeleri sırasıyla aynu’l-yakînin ardından da ilmu’l-yakîn gelir.

O hazretteki ibadetten sonra gelen o yakînin bu sebebinden sonra onun birinci mertebesi, risalet hazretine müşriklerden kaynaklanan iç daraltmasını onun nuruyla kalpten izale eden aynu’l-yakîndi. O mertebeden geçtikten sonra ubudiyyetin kemaliyle ehadiyyet hazretine ne kadar teveccüh gösterirse yakîni o kadar artacaktır. Öyleyse o yakîne bir mertebede hakku’l-yakîn adı konur ve ondan daha yüksek bir mertebede ise hakikatu’l-yakîn adı konur;

إلی أن تنهی إلی الحضرة العلمیة التی هی محلّ ارتسام الاشیاء و الحضرة العمائیة التی هی حضرة تمیز الأسماء

Nitekim o yakîn ve şühudun ötesinde hiçbir yakîn yoktur.

Bilmek gerekir ki, risalet, hak ve ümmet arasında bir vasıtadır. Nübüvvet ise nebi ve ümmet arasında bir vasıtadır. Velayet de hak ve rasul arasında bir vasıtadır. Öyleyse Seyyidimiz (s.a.a) mahza kuldur ve mahza ubudiyyet onun zâtının vasfıdır. Bu nedenle Hak Teala onu “kulum” diye adlandırmış ve şöyle buyurmuştur: “سبحان الذی أسری بعبده” Şu halde o, ubudiyyet cihetiyle keşif ve yakîn sahibi, şühud ve temkin sahibidir. Öyleyse o, bu âli rütbeden ümmetin hidayeti için nübüvvet rütbesi ve davetle gönderilmiş ve bu yüce konum, halkı davet meşguliyeti sebebiyle kendi ubudiyyetinden ve hakkı keşif ve şühuddan perdelenmiş, müşriklerin ta’n ve istihzasından dolayı göğüs sıkışmasına katlanmak zorunda kalmıştır. Velayet ve ubudiyyet ciheti olan bâtınına açılıp ferahlama, keşif, yakîn, şühud ve hak bahşedilmiştir. Nübüvvet ve davet ciheti olan zâhirine de halkı ve kesreti şühud ile iç daralması ve gam zevki bahşedilmiştir. O halde Rasül (s.a.a) risalet ve nübüvvet vasıtası, hilafet ve davet rabıtasıyla üns ve vahdet mertebesinden, kurb ve izzet hazretinden ümmetinin arasına indiğinde ve onları davetle meşgul olmaya başladığında Kureyş’ten bir cemaatten, daveti sebebiyle Allah’ın hakkında ve Kur’an hakkında bazı sözler işitti. Bunun üzerine onların sözlerinden dolayı Hazret’in göğsü sıkıştı ve nihayetinde de ona ateş bastı. Hal böyle olunca Allah Teala Mustafa’ya o sıkışma ve hüzünden huzur ve rahatlama, o iç daralması ve şiddetten mutluluk ve ferahlık buyurdu, onlara karşı koyma ve onlardan mücadeleden sırt çevirmeyi emretti ve dedi ki:

“فاصدع بما تؤمر و أعرض عن المشرکین”

Çünkü onlara karşı koymak göğsünün sıkışmasına sebep oluyor, hile ve tuzaklara maruz kalmasına yol açıyordu. Nihayet;

“انّا کفیناک المستهزئین یجعلون مع اللّٰه إلها آخر فسوف تعملون”

Kavliyle onların tepetakla ve helak edilecekleri haberi verildi. Bunun üzerine bu haber Mustafa’nın kalbini onların istihzasının üzüntüsünden kurtardı, hüdustan intikal ve o sözlerden etkilenmekten takdis etti. Onu takyidden, oradan meb’us edildiği ehadiyyet hazretinde ubudiyyet mertebesi ve içe kapanma mertebesi olan ekmeliyyet mertebesine yöneldiğine işaret buyurdu. Hak binefsih, o mertebede ona vekil ve ona halife oldu. Nitekim “انّا کفیناک” kavli buna delalet etmektedir. Yine kâmil manada istiğna ile Mustafa -aleyhisselam- hakkında
“و لقد نعلم انک یضیق صدرک ممّا یقولون” kavliyle onu rahata erdirip ferahlık sundu. Onun göğsünü sıkıştıranın bilgisini zikrederek onların sözlerinden göğsünün sıkışmasına inşirah verdi. Tekrar onu “و سبّح بحمد ربّک و کن من السّاجدین و اعبد ربّک حتّی یأتیک الیقین”
kavliyle Rabbu’l-Erbab olan Rabbine hamda, zâtının vasfı olan secdeye, ubudiyyet rütbesinin muktezası olan ibadete emretti, ta ki yakîn ve şühud gelene dek.

Şu halde, kendi taayyününü mahv ve kendi zâtını fenâ etmekten ibaret olan Hakka secdeye baş koyduğu, secdeye mahsus olan kurb-i ilahi onun için hâsıl olduğu, onun hakikati, vâsılı ve varış yeri olan kendi ubudiyyetiyle Hakka ibadete rücu ettiği, onun libasına girdiği ve kendisi olmaktan çıktığında bundan önce onun için urûc ve isra vaktinde ve kâb-ı kavseyn veya daha aşağı mertebede hâsıl olmuş, o Hazret’in ubudiyyet ve velayetinin icabına has keşif ve şühud, onu, kevni mertebelerindeki hicapların kalkmasına ve beşeri sıfatlar ve imkaniyye ahlakının örtülerinin yanmasına dahil eder.

Sonra o keşif ve şühudla ilahi hakikatleri ilmiyye hazretinde ve kevni işleri imkaniyye boyunduruğunda müşahede eder. Sonra, onunla alay eden ve Hak hakkında yakışıksız sözler söyleyen o kavmin hakikatlerini ilmiyye hazretinde onların hakikatinin istihza ve inkâr olduğunu, bunun şâkilik ve sırt çevirmeyi icap ettirdiğini, onların bu âlemde bu surette zâhir olduklarını müşahede eder. Yine müşahede eder ki, kaza, onların talebi ve onların fiili icabınca onların helakine yol açmak üzere caridir.

Sonra ona, onların inkârının kendilerinin zâtının iktizasıyla olduğuna ve helaklerinin inkârlarından kaynaklandığına dair yakîn ve keşif gelir. Yakîni onların ahvalini şühuda sarf ettiğinde onların ahvalini şühuda bu keşif ve yakînle müsterih olur. Nübüvvetle gönderilmeden önce açılma ve ıtlak vaktinde ve Yaratıcının vechini şühud vaktinde hâsıl olan Rasulün (s.a.a) şühud ve keşfine sarfettiğinde ise şühud ve yakîn bu ibadetten ve bu secdeden hâsıl olmaz. Bilakis o şühud ve yakîn, o Hazret’in ubudiyyet ve velayet rütbesine hastır.

Lâkin yaratılmışlar ve kesret âlemine teveccüh sebebiyle ve davet rütbesine inzal haysiyetiyle o şühud ve yakînden perdelenmişti.

کما قال رسول اللّٰه صلی اللّٰه علیه و سلم “لی مع اللّٰه وقت الحدیث”

O halde ubudiyyete döndüğü vakit kesret âlemi, şühud-i aynından kalkacak, şühud ve yakîni zâhir olacak ve davet rütbesine inzale teveccüh buyurduğunda ise o şühud perdelenecektir. O halde ibadet, giden yakînin geri gelmesine sebep olur, hiç olmayan yakînin tahsil edilmesine değil. “وَاعْبُدْ رَبَّکَ حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین”
kavli buna delalet etmektedir. Çünkü şart olan ibadet mevcut bulunduğunda şarta bağlı yakînin gelmesi hâsıl olur ve yakînin gelme tekrarı, onun ibadetle tahakkuk adedince olması yakışık alır.

Öyleyse ibadet, yakînin inkişafı ve gelmesinde şarttır, onun tahsilinde değil,
و مع قطع النظر عن شرط العبادة و اتیان الیقین الیه -علیه السلام- ve “ربّ زدنی علما” buyurduğu her durumda yakîn işini talep etmek uygundur. O halde nihayetsiz mümkünat itibariyle yakîn mertebelerinin de nihayeti yoktur. Tıpkı mümkünatın ve kendisinin marifetinin nihayeti olmaması gibi. Çünkü her şeyin marifetinde onun yakîni artmaktadır. Lâkin burada Allah, yakînin gelmesini Rabbi tespih, ona hamd ve secde karşılığında, ibadet mukabilinde şart koşmuştur. Öyleyse burada yakîn, mutlak itibarla var olma zorunluluğudur. O halde bu itibarla “kavlu’l-yakîn”deki elif ve lâm olmak mecburiyeti cinsi içindir.

Bu durumda yakîni, vech-i kadimin ayan olmasının kastedildiği ayn-ı kadimin ayan olmasıyla tefsir etmenin letafeti yoktur. Çünkü Mustafa (s.a.a) rasül ve nebidir. Öyleyse onun hakkında mutlak ve âmm olma hali daha önceliklidir. Ama onun havassında bu caizdir. Caizdir ki, yakîn, kavminin ahvaline nazar ve işin akıbetinde onların halini şühudla mukayyet idi.

O halde bu itibarla elif ve lâm, harici ahid içindir ve yakînden muradın, evvelinde hâsıl olan, halkı davete gönderilmeden önce onun ubudiyyetine has ve hakikatine mahsus keşif ve şühudu olması münasiptir. Öyleyse bu itibarla elif ve lâm, zihnî ahid içindir.

Bu durumda ayetin manası şöyledir:

“Ya Muhammed, Rabbini hamd ile tespih et ve bana zâtlarıyla secde edenler, onların zümresinden mühim ruhlardan olacaklardır. Bize tekarrübde bizi şühuddan fenâ bulabilmek için bana kendi zâtınla secde et.
منه بدأ الأمر و الیه یعود Rabbu’l-erbab olan Rabbine ibadet et. Ubudiyyetinin keşif ve yakînin gelmesiyle nihayet bulabilmesi için zâtının vasfı olan ubudiyyetinle zâhir ol. Yani yaratılmışlar ve kesret âlemine teveccühün yüzünden senden gitmiş olan ve ondan perdelendiğin Kur’an’a keşif ve yakîn gelsin.” Bu manaya göre “حتّی” gayenin nihayeti anlamına gelir ve “zamana” anlamına gelmesi, yani illet için olması caizdir.
ای: و کن من الساجدین و اعبد ربّک (o zamana kadar ki) یأتیک الیقین. Öyleyse Muhammed’in (s.a.a) secdesinden ve onun kendi zâtî ibadetine rücu etmesinden sonra ve onun hakikati olan kendi ubudiyyetiyle tahakkukundan sonra gelen yakîn ve şühud; vasıfsız ve sıfatsız mazhar olmaksızın mutlak gaybetten ve yakînsizlikten işrak ettiğinde onun vasfı zaman olabilir.

Bil ki, bazı müfessirler yakîni ölümle tefsir etmişlerdir. Bu, Mustafa (s.a.a) hakkında doğru değildir. Çünkü nübüvvet ve davet rütbesinden hal olacağı ölüm gelinceye dek secde ve ibadete emredilmiş ve ölüme kadar Rabbe ibadete memur edilmiş olur ki bu bâtıl bir iştir. Zira onun nübüvveti ve daveti, halka, o ölünceye dek sabittir. Yine ölünceye dek ibadet edilmesi emrinden, gerekli ibadetin tahsili çıkmaktadır. Mustafa (s.a.a) hakkında bu emir, hâsılı tahsildir. Çünkü o, mahza kuldur, kâmil ubudiyyetle muttasıf olmuştur ve bu mertebeden gönderilmiştir. Fefhem.

Bil ki ey makbul kişi, Allah Teala, risalet hazretine kendi kelamında üç çeşit hitap etti:

Biri, emrin ve hitabın kastedildiği hitap, onun zâtıdır [ve] gayrısı şümule girmez. Allah Teala’nın “و من اللیل فتهجّد نافلة لک عسی ان یبعثک ربّک مقاما محمودا” kavlinde geçtiği gibi.

İkinci nev, ona hitap eder ve gayrısı şümule girmez. Allah Teala’nın “و لا تجهر بصلوتک و لا تخافت بها و ابتع بین ذلک سبیلا”
kavlinde geçtiği gibi.

Üçüncü nev, ona hitap eder ve gayrısını kasteder. Allah Teala’nın “لا تجعل مع اللّٰه إلهاً آخر فتقعد مذموماً مخذولا” kavlinde geçtiği gibi. Sair misalde “ایاک أعنی و اسمعی یا جاره”
denmiştir.

O halde “و سبّح بحمد ربّک و کن من السّاجدین و اعبد ربّک حتّی یأتیک الیقین” kavli birinci türden değildir. Aksine ikinci nevdendir. Çünkü onun (s.a.a) hakkında nazil olmuştur ve ümmetinin havassından gayrısını kapsamaktadır. Öyleyse yakînin keşif ve şühud manasında başkasına nispeti de caizdir,
الی أن ینتهی الی الحضرة العلمیة و حضرة العماء
ve ona meşhud olan şey hakkında olmalıdır ve ona meşhud olanın gayrısıyla da. Ölüm manasına gelmesi de uygundur. Zira hakkın evliya ve havassı halkı davete memurdur. Tıpkı enbiya gibi, bilakis ibadet ve ubudiyyete de memurdurlar. Ama üçüncü türden olması caiz değildir. Çünkü o Hazret hakkında nazil olmuştur. Feefhem.

Bu ayette başka bir vecih münasiptir; yani Allah Teala Nebi’nin -aleyhisselam- göğsünün müşriklerinin istihzasından sıkıştığını gördüğünde, bunun üzerine onun üzüntüsünü gidermek için “انّا کفیناک المستهزئین یجعلون مع اللّٰه إلها آخر فسوف تعملون” dedi ve onların tepetakla ve helak olacaklarını haber verdi. Bunun üzerine Rasül (s.a.a), onların helakini aynu’l-yakîn değil, ilmu’l-yakîn bildi. Zira henüz helak olmamışlardı. Onların helakini aynu’l-yakîn görmedikçe göğsündeki sıkışma tamamen kalkmadı. Ama Mustafa’da (s.a.a) bu ilahi haberle biraz rahatlama meydana geldi. Bunun üzerine onların helakini bekledi ve aynu’l-yakîn müşahede için bir köşede beklemeye koyuldu.

Sonra Allah Teala, onların helakini ona haber verdikten sonra, onları helak edene ve helaklerini aynu’l-yakîn müşahede edene dek ibadetle meşgul olması için ona tesbih ve hamdi, secde ve ibadeti işaret buyurdu. Allah onları helak ettiğinde helak oluşları vadedilen yakîn haline geldi. Zira artık aynu’l-yakîn müşahede etmişti. Öyleyse bu yakîne, helak etme şeklindeki Allah’ın fiili sebep oldu, Rasül’ün secdesi ve ibadeti değil. O halde ibadet yakînin şirki değildi, bilakis ibadete teveccüh müddetince sıkışmanın Rasül’ün -aleyhisselam- göğsünden giderilmesine sebep oldu. Bu nedenle ibadetle iştigal etmesine işaret buyrulmuştu. Öyleyse Rasül’ün (s.a.a) ibadeti onların helakiyle ve helak olduklarını aynu’l-yakîn gördüğünde nihayet buldu.
“انّا نعلم انک یضیق صدرک ممّا یقولون” kavlinde Mustafa’yla (s.a.a) ilgili iki nükte vardır:

Biri şu ki, sen cihetimizden gayret edindin ve müşriklerin sözlerinden dolayı göğsün sıkıştı. Bunun üzerine biz de senin cihetinden gayret edinecek ve göğsünün onlar yüzünden sıkışmasına izin vermeyeceğiz. Öyleyse onlara sırt çevir, tesbih ve hamd ile kibriya hazretimize teveccüh göster, mühim ruhlar olan bize secde edenlerden ol, çünkü onlar kendi zâtlarıyla secde ve ibadet ederler, emirle değil. Ta ki taklidin dar geçidinden mutlaklık fezasına ulaşıncaya dek. O hazrette o mukaddes ruhların kazandığı ve o hazrette senin göğsünün de inşirah bulmasını sağlayan söz konusu keşif ve yakîn ve mekan edinme sevinci seni de içine alır ve göğsündeki sıkışmayı izale eder. Çünkü o hazrette bu suretlerin ahvali, sûreten ve hükmen değildir.

Diğer nokta şudur ki, ilahî vahyin, ulvi âlemden tertemiz nebevî kalbe hangi surette nüzul ediyorsa ümmet arasında da o şekilde zâhir olabilmesi ve nebinin kalbi olan vahyin nüzul mahallinin onu değiştirmemesi için nübüvvet rütbesi ve davet mansıbına göğüs genişliği ve farklılaşmış kalp gerekir. Sinen müşriklerin sözlerinden daralmış durumda ama davet için geniş göğüs gerekir. Öyleyse göğsündeki sıkışmayı gidermek üzere bize hamd ile tesbih et, secde edenler zümresinden ol ve göğsündeki daralmanın senden zail olması için hakikatin olan kendi ubudiyyetine rücu et. Zira secdede bize yaklaşırsın. O halde bizimle senin aranda boşluk bir yer kalmasın. Çünkü izzetimizin nurları başkasını yakar. Senden göğüs sıkışması giderildiğinde sana yakîn ve sükunet gelir. Çünkü göğsünün daralması sebebiyle sen, senden gitmiştin. Bunun nedeni, göğsün sıkışmasıyla yakînin cem halinde bulunamayacak olmasıdır. Burada Allah Teala, Mustafa’nın (s.a.a) ümmetinden evliyaya tenbih etmektedir ki, sizi bize ubudiyyet, secde ve ibadet için yarattık, ilahi tecellilerin mazharı ve sonsuz feyizlerin yeri kıldığımız kalbinizi de ilahi isimlerin uluhiyyet hazretinde cem olduğu suretimizin aynası yaptık. Öyleyse sizi ubudiyyetin hakikati icabınca onun sınırında durdurup ehadiyyetimizin cenab-ı kibriyasında bizi tesbih ve hamde, secde ve ibadete tıpkı izzetimiz ve ubudiyyetinizin iktiza ettirdiği gibi mukim kılar. Çünkü evliyaya, enbiya gibi, halkı ilzam lazım değildir. Zira Allah Teala enbiyaya, dinin ahkamını tesis, ism-i zâhir ve ism-i mübinin ahkamını ızhar için ruhsat vermiştir.

Bununla birlikte, cümle enbiyanın servesi Seyyidimize bak. Çünkü onun hakikati, hakikatlerin aslıdır. Cümle âlemlerin zâhiri olan bu âlemde hakkı ızharda gösterdiği azim o denlidir ki onun bisetiyle ve zuhuruyla zuhur ve ızhar işi kemâl bulmuştur. Hangi gerekçeyle ona “و سبّح بحمد ربّک و کن من السّاجدین و اعبد ربّک حتّی یأتیک الیقین”
nazil oldu? Şu halde ehl-i irfanın sûretperest­lerinden ve imkan âleminin nazarbazlarından olanlar, ubudiyyet sınırından tasarruf ve riyasete, marifeti ızhara, kerameti ızhara ve harikuladeye yöneldiler. Öyleyse onlar, halk ve kesrete iltifat, riyaset ve izzete teveccüh miktarınca izzet hazretinin takarrüb rütbesinden aşağı düşecek ve halka karışma rütbesinde göğüs daralması ve ferahlama yoksunu olacaktır. Ve billahi’t-tevfik.

Bil ki Allah Teala’nın “حَتَّى یَأْتِیَکَ الْیَقِین” kavli her ne kadar “و اعبد ربّک” kavli için gayenin nihayeti olmak ve ibadete illet olmak için kâfiyse de, çünkü tam ibadet yakîne yol açacaktır, velakin “و اعبد ربّک”nin
“و سبّح” kavline atıf olması, atf-ı âmm ale’l-hâs kabilindendir ve “یأتیک الیقین” kavlinin illet cümlesi olması daha kapsayıcı ve daha uygundur. Çünkü Hakka hamd, O’nu tesbih ve O’na secde olan birinci şık hususi namazdır. Namaz ise Hakkın huzuru ve şühuduyla mevzudur.

Hakka ibadet olan ikinci şık ise her ne kadar tesbih ve secdeden sonra zikredilmesi cihetiyle ibadetten murad, onu tekid eden namazdaki ibadete, namazdaki hamd ve secdeden murad da hakka ibadete delalet ediyorsa da ibadet lafzı âmmdır, namazı ve başka şeyleri de kapsamaktadır. O halde Rabbi tesbih, ona hamd, secde ve ibadet, topluca, keşif ve yakînin birincisinin neticesi olduğunu göstermektedir.



[1]     Muhammed Hancic el-Cevheru’l-Esnâ fi Terâcimi Ulemai ve Şuarai Bosna kitabında (Mısır, el-Matbaatu’l-Allamiyye, hicri 1349, s. 94-100) Bosnalı bu meşhur ârifin hayat hikayesini tafsilatıyla anlatmıştır.

 

[2]     Semend. sarıya çalan renkteki at (Burhan) (Anenderac) At ve deve rengi. (Cihangiri) Sarı at. (Ferheng-i Esedî).

 

[3]     Hayzum. Meleklerin atlarından Cebrail’in bindiği atın adı. Zehrinin düştüğü heryerde yeşillik biter. Samiri onun zehirli toprağını sarı ineğe atınca ses çıkardı. Nitekim bu kıssa meşhurdur. (Anenderac) Cebrail’in atının adı (Müntehe’l-Ereb) (Nâzımu’l-Etba).

 

[4]     Kapalı, kilitli. (Nazmu’l-Etba). Kilit vurulmuş.

 

Kaynaklar
Ahmed Nigerî, Abdunnebi b. Abdurrasül, (hicri 1390), Câmiu’l-Ulûm fi Istılâhâti’l-Fünûn el-Mukalleb bi-Destûri’l-Ulema, Beyrut: Müessesetu’l-A’lami, 2. baskı.
Bağdadî, İsmail Başa, (hicri 1402), Hediyyetu’l-Ârifîn, Beyrut: Daru’l-Fikr.
Câmî, Abdurrahman, (hicri şemsi 1370), Nefehâtu’l-Üns min Hadarati’l-Kuds, derleyen: Mahmud Âbidî, Tahran: İntişârât-i Ittılâât.
Corbin, Henry, (hicri şemsi 1373), Tarih-i Felsefe-i İslamî, tercüme: Cevad Tabâtabâî, Tahran: Kevir-Encümen-i İranşinâsi-yi Franse.
Cüneyd Şirazî, Muinuddin Ebu’l-Kasım, (hicri şemsi 1328), Şeddu’l-İzar fi Hatti’l-Evzar an Zevvari’l-Mezar, derleyen: Allame Muhammed Kazvinî ve Abbas İkbal.
Dehhoda, Ali Ekber, (hicri şemsi 1345), Logatnâme, derleyen: Muhammed Muin ve Seyyid Cafer Şehidî, Tahran: Tahran Üniversitesi, yakîn maddesi.
Ezherî, Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed, Tehzibu’l-Luga, derleyen: Abdusselam Hârun ve Muhammed Ali el-Neccar, el-Dâru’l-Mısriyye li’t-Te’lif ve’n-Neşr.
Ferâhidî, Ebu Abdurrahman Halil b. Ahmed, (hicri 1410), Kitabu’l-Ayn, derleyen: Mehdi el-Mahzûmî ve İbrahim el-Semarrâî, Dâru’l-Hicre.
Firuzâbâdî, Mecduddin Muhammed b. Yakub, el-Kâmusu’l-Muhit, Beyrut: Dâru’l-Ceyl.
Hacı Halife, (hicri 1402), Keşfu’z-Zünûn, Beyrut: Dâru’l-Fikr.
Hancic, Muhammed, (hicri 1349), el-Cevheru’l-Esna fi Teracimi Ulema ve Şuarai Bosna, Mısır: el-Matbaatu’l-Allamiyye.
İbn Manzur, Ebu’l-Fazl Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem, (hicri 1412), Lisanu’l-Arab, Beyrut: Daru Sâdır.
Kâfî, Hasan, (1389), Usülü’l-Hukm fi Nizâmi’l-Âlem, tahkik: Ali Ekber Ziyâî, Tahran: Miras-i Mektub.
Lahmi İskenderî, Sediduddin Abdulmu’ti b. Ebi el-Senâî, (1954), Şerhu’l-Menâzili’s-Sâirîn, derleyen: S. de Laugier de Beaurecueil Bosnjaci I Hercegovci u Islamskoj Knjizevnosti, Sarajevo, 1986.
Sülemî, Ebu Abdurrahman, (hicri 1406 / 1986), Tabakâtu’s-Sûfiyye, Halep Suriye: Dâru’l-Kütübi’n-Nefis, 3. baskı.
Tilimsânî, Afifuddin Süleyman b. Ali, (hicri şemsi 1371), Şerhu Menazili’s-Sâirin, derleyen: Abdulhafîz Mansur, Tunus: Merkezu’d-Dirâsât ve’l-Ebhâsi’l-İktisadiyye ve’l-İctimâiyye.
Zerkelî, Hayruddin, (1990), el-A’lâm, Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, 9. baskı.
Zübeydî, Seyyid Murtaza, Tâcu’l-Arus, Beyrut: Dâru Sâdır, yakîn maddesi.